İÇİMİZDEKİ GÖLGELER
Genelde evli çiftler kavga ettiklerinde, suçlamalar er geç pek sevilmeyen kayınvalide, görümce ya da başka bir akrabaya yüklenmeye başlar. Farklı kültürlerden gelen, birbirlerine yabancı ülkelerde büyümüş insanların birlikteliklerinde çıkan kavgalarda ise, konu bir noktada tarihsel suçlamalara dayanır.
Münir Göle “Uzak Bir Gölge” adlı romanında bir kadınla erkeğin aşkını anlatıyor. Bir yandan da iki kahramanın geldikleri iki farklı şehrin karakterleri devreye giriyor. Romanda ilk başlarda bir çift olarak gördüğümüz kadınla erkek, ilerleyen sayfalarda kültürlerini temsil eden birer imgeye dönüşmeye başlıyorlar.
Aslında “Uzak Bir Gölge”nin konusu basit: genç bir adam, yabancısı olduğu bir kentte yaşamaya başlar ve bir süre sonra Anna adında bir genç kadına âşık olur. İlk başlarda Anna ilişkiye girmeye hazır olmadığını, acılı bir ilişkiden yeni çıktığını söyler fakat sabırla bekleyen âşık genç sonunda onu kazanır. Anna’nın eski sevgilisinin yeniden ortaya çıkması ile romana adını da veren karanlık gölgeler de ilişkilerinin üzerine çökmeye başlar.
Münir Göle, bu ilişkiyi iki şehrin hikâyesi olarak sunuyor bize. İki kentin de adı roman boyunca hiç verilmiyor: birinden “pencerelerinden deniz taşan kent” diğerinden de “gizemini sislere damıtan kent” olarak söz ediliyor hep. Asla İstanbul ve Prag adları geçmiyor. Roman kahramanının adını da, aynı kentler gibi, hiç öğrenmiyoruz. Fakat roman bize, adını bilmediğimiz bu iki kentin sokaklarını, meydanlarını, lokantalarını olanca detaylarıyla anlatıyor.
Anlatılan iki şehrin hikâyesi aslında doğu ile batının farklılığı olarak da görülebilir. Doğudaki bir kentten gelen adam ile Batılı bir kadın. İlk başta doğu-batı karşıtlığı olarak görmesek de, roman ilerledikçe, Avrupalı Anna ile Türk sevgilisi, birbirlerini karşıtlık olarak görmeye başlıyorlar. Anna sisli kentini anlatırken, tüm şehre hükmeden karanlık şatoyu ve Kral Rudolf’un hikâyesini bir lanet gibi dile getiriyor: “Hiçbirimiz ilgisiz kalamayız, ama bu anlaşılmaz korkuyu da itiraf edemeyiz birbirimize. Hepimiz, fısıltıyla anlatılan hortlak öyküleriyle büyüdük burada (…) Bu hortlaklar dünyasının bir de hükümdarı vardır. Şatonun dehlizlerinde, mahzenlerinde, kulelerinde hep ayak sesleri yankılanır, mutsuz ve yalnız bir adamdır Kral Rudolf.” Kente hükmeden karanlık güçler, kısa zamanda Anna ile sevgilisinin de ilişkisine hükmetmeye başlıyor.
Roman bu noktada bazı konular üzerinde okuru düşünmeye itiyor. Yazar çok gerçekçi bir yaklaşımla çiftin ilk kavgalarını anlatıyor. Özgür düşünen ve iyi eğitim almış insanlar olduğunu tahmin ettiğimiz çift, kızgınlık anında zihinlerine kazınan önyargılı düşünceleri birbirlerine haykırmaya başlıyorlar. Anna, çocukluğundan beri tarih derslerinde ona öğretilen Türk tiplemesini karşısında görmeye başlıyor. Kadınlara değer vermeyen, harem sahibi birine dönüşüyor sanki sevdiği erkek. Aynı şey erkek için de geçerli, o da Avrupalı kadının özgür cinsellik yaşaması konusunda önyargılarından kurtulamıyor. Aslında kavgalarının nedeninin her ikisinin de kendi zayıflıkları ve güvensizlikleri olduğunu okur anlıyor fakat onların basmakalıp düşüncelerden kurtulamayıp birbirlerini suçlamalarını da yadırgamıyor.
Gerçekten de yazar bu gerilim dolu sahneleri çok içtenlikle ve gerçekçi bir dille aktarıyor. Bir anda bakıyoruz ki, dört yüz yıl gerilerden Avrupalıların Türkler hakkındaki kalıplaşmış düşünceleri, bu çiftin ilişkilerini etkiler hale geliyor. Roman boyunca Çek’lerin tarihinin, özellikle de Kral Rudolf’un kişiliğinin çiftin ilişkisi ile paralel verilmesinin nedeni de ortaya çıkıyor.
Şehrin hortlakları ve gölgelerinden bahsederek başlayan anlatı yavaş yavaş roman kişilerinin benliklerini de sarmaya başlıyor. “O gün aralarında bir başka kızın gölgesi vardı, birkaç gün önceyse kendi gölgesi. Delikanlının gölgesi de yedi yıldır Anna ile aralarında bir yerde durmuştu hep, kimi zaman derin kapkaranlık bir gölge, kimi zaman solgun uçucu bir hayalet. Birlikte yaşadıkları her şeyde, bu karaltı onlarınkine bulaşmıştı, ta başından beri…”
Roman kahramanının gözlerinden Anna’nın bedenine baktığımızda, eski sevgilinin izleri görülüyor, çünkü o, sevdiği kadında, giderek artan bir hızla, bu gölgeleri görüyor. Anna’nın güzelliğini lekeleyen gölgeler bunlar. Romanın dördüncü bölümünün sonunda, tüm cinsel imgeler, bir başka erkeğin bu bedende bıraktığı izler halini alıyor. Doğal olarak sevişirken bu izler daha belirgin oluyorlar. Garip bir ikilemle, sevdiği bedene yaklaştıkça, başka bir erkeğin gölgesi netleşiyor. Sevdiğinden uzaklaşıp uzaklaşmamak arasında gidip gelişler, bir zaman sonra şiddeti davet ediyor.
Bu noktada yazar bizi de düşünmeye itiyor, insan sevdiği kişinin teninde daha önceki sevgililerin sinmiş gölgelerini mi görür? Diyelim ki, görür, yeni bir soru eklenir bir önceki soruya, gördüğünden tiksinti mi duyması gerekir? Kıskanmalı mıdır? Belki Münir Göle’nin düşünmemizi istediği şey tam da bu noktadır: sevdiğinin bedenini ve ruhunu tamamen sahiplenerek birlikte olmayı istemek ile sahiplenmeden sevebilmek arasındaki fark. Doğulu ve Batılı aşk masalları arasındaki en belirgin özellik de bu değil midir?
“Uzak Bir Gölge”yi kuşkusuz bir aşkın hikâyesi olarak okumak mümkün, bu aşkın pürüz yaratan yanı, yüzyıllar öncesine dayanan doğu-batı önyargıları. Yazarın her iki kenti adsız bırakmış olmasının ardında yatan nedeni böyle açıklayabiliriz, biri doğuyu diğeri batıyı simgeleyen iki kentin her biri diğerinin gözünden görülüyor. İkisi de yabancı, ikisi de öteki. Bu yüzden de hep uzak.
Roman bir karşıtlığı, anlaşmazlığı anlatsa da, aslında temel bir arzu da sıklıkla dile getiriliyor: “varlığı basan tüm gölgelerden kurtulmak.” Roman kahramanı en büyük arzusu olarak bu sözleri birkaç kez tekrarlıyor. Kurtulmak istediği sadece sevdiği kadının bedeninde karşısına çıkan gölgeler değil üstelik kendi benliğini de sardığını gördüğümüz gölgeler asıl kurtulmak istediği. “Gölgeler gitmiş, kendi gölgesiyle, karanlığıyla baş başa kalmıştı. Aylardır başka gölgelerle uğraşması, kendi gölgesine giden bir yol olmuştu.” Göle çok akıllıca bir yolla, gölgelerin dışarıda olmadığını, kendi içimizde onları yaşattığımızı anlatıyor.
Münir Göle karakter betimlemelerini diğer karakterler ve objeler üzerinden yapan bir yazar. Örneğin bir lokantada piyanisti öylesine detaylarla anlatıyor ki, aslında anlatılanın piyanist değil, ona bakan kişinin ruh hali olduğunu anlıyoruz. Genelde gözlemlemeleri bir tek bakış açısına hapsettiği için, bakılan nesne ya da kişiden çok bakan kişi hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bu yazı tekniği sayesinde, objeler anime edilmiş, hatta tüm şehir canlanmış bir havaya bürünüyor.
“Uzak Bir Gölge” çok güzel kaleme alınmış bir roman. Bazı yerlerinde – özellikle kentin tanıtıldığı ve tarihçesinin anlatıldığı bölümlerde – didaktik bir tona girdiği oluyor fakat konudan kopmadığı ve bütünlük bozulmadığı için rahatsız etmiyor. Romanın en hoş yanı, kuşkusuz mistik konuları ele alışı. Ay’ın evreleri (s. 221), maddenin dönüşümü (s. 228) ve çok kereler bahsedilen Hermes Trimesgistus ile ilgili bölümler, bunlar mistik havayı güçlendiriyorlar.
UZAK BİR GÖLGE Münir Göle, Can Yayınları, 2008, 264 sayfa, 15,50Ytl.
Genelde evli çiftler kavga ettiklerinde, suçlamalar er geç pek sevilmeyen kayınvalide, görümce ya da başka bir akrabaya yüklenmeye başlar. Farklı kültürlerden gelen, birbirlerine yabancı ülkelerde büyümüş insanların birlikteliklerinde çıkan kavgalarda ise, konu bir noktada tarihsel suçlamalara dayanır.
Münir Göle “Uzak Bir Gölge” adlı romanında bir kadınla erkeğin aşkını anlatıyor. Bir yandan da iki kahramanın geldikleri iki farklı şehrin karakterleri devreye giriyor. Romanda ilk başlarda bir çift olarak gördüğümüz kadınla erkek, ilerleyen sayfalarda kültürlerini temsil eden birer imgeye dönüşmeye başlıyorlar.
Aslında “Uzak Bir Gölge”nin konusu basit: genç bir adam, yabancısı olduğu bir kentte yaşamaya başlar ve bir süre sonra Anna adında bir genç kadına âşık olur. İlk başlarda Anna ilişkiye girmeye hazır olmadığını, acılı bir ilişkiden yeni çıktığını söyler fakat sabırla bekleyen âşık genç sonunda onu kazanır. Anna’nın eski sevgilisinin yeniden ortaya çıkması ile romana adını da veren karanlık gölgeler de ilişkilerinin üzerine çökmeye başlar.
Münir Göle, bu ilişkiyi iki şehrin hikâyesi olarak sunuyor bize. İki kentin de adı roman boyunca hiç verilmiyor: birinden “pencerelerinden deniz taşan kent” diğerinden de “gizemini sislere damıtan kent” olarak söz ediliyor hep. Asla İstanbul ve Prag adları geçmiyor. Roman kahramanının adını da, aynı kentler gibi, hiç öğrenmiyoruz. Fakat roman bize, adını bilmediğimiz bu iki kentin sokaklarını, meydanlarını, lokantalarını olanca detaylarıyla anlatıyor.
Anlatılan iki şehrin hikâyesi aslında doğu ile batının farklılığı olarak da görülebilir. Doğudaki bir kentten gelen adam ile Batılı bir kadın. İlk başta doğu-batı karşıtlığı olarak görmesek de, roman ilerledikçe, Avrupalı Anna ile Türk sevgilisi, birbirlerini karşıtlık olarak görmeye başlıyorlar. Anna sisli kentini anlatırken, tüm şehre hükmeden karanlık şatoyu ve Kral Rudolf’un hikâyesini bir lanet gibi dile getiriyor: “Hiçbirimiz ilgisiz kalamayız, ama bu anlaşılmaz korkuyu da itiraf edemeyiz birbirimize. Hepimiz, fısıltıyla anlatılan hortlak öyküleriyle büyüdük burada (…) Bu hortlaklar dünyasının bir de hükümdarı vardır. Şatonun dehlizlerinde, mahzenlerinde, kulelerinde hep ayak sesleri yankılanır, mutsuz ve yalnız bir adamdır Kral Rudolf.” Kente hükmeden karanlık güçler, kısa zamanda Anna ile sevgilisinin de ilişkisine hükmetmeye başlıyor.
Roman bu noktada bazı konular üzerinde okuru düşünmeye itiyor. Yazar çok gerçekçi bir yaklaşımla çiftin ilk kavgalarını anlatıyor. Özgür düşünen ve iyi eğitim almış insanlar olduğunu tahmin ettiğimiz çift, kızgınlık anında zihinlerine kazınan önyargılı düşünceleri birbirlerine haykırmaya başlıyorlar. Anna, çocukluğundan beri tarih derslerinde ona öğretilen Türk tiplemesini karşısında görmeye başlıyor. Kadınlara değer vermeyen, harem sahibi birine dönüşüyor sanki sevdiği erkek. Aynı şey erkek için de geçerli, o da Avrupalı kadının özgür cinsellik yaşaması konusunda önyargılarından kurtulamıyor. Aslında kavgalarının nedeninin her ikisinin de kendi zayıflıkları ve güvensizlikleri olduğunu okur anlıyor fakat onların basmakalıp düşüncelerden kurtulamayıp birbirlerini suçlamalarını da yadırgamıyor.
Gerçekten de yazar bu gerilim dolu sahneleri çok içtenlikle ve gerçekçi bir dille aktarıyor. Bir anda bakıyoruz ki, dört yüz yıl gerilerden Avrupalıların Türkler hakkındaki kalıplaşmış düşünceleri, bu çiftin ilişkilerini etkiler hale geliyor. Roman boyunca Çek’lerin tarihinin, özellikle de Kral Rudolf’un kişiliğinin çiftin ilişkisi ile paralel verilmesinin nedeni de ortaya çıkıyor.
Şehrin hortlakları ve gölgelerinden bahsederek başlayan anlatı yavaş yavaş roman kişilerinin benliklerini de sarmaya başlıyor. “O gün aralarında bir başka kızın gölgesi vardı, birkaç gün önceyse kendi gölgesi. Delikanlının gölgesi de yedi yıldır Anna ile aralarında bir yerde durmuştu hep, kimi zaman derin kapkaranlık bir gölge, kimi zaman solgun uçucu bir hayalet. Birlikte yaşadıkları her şeyde, bu karaltı onlarınkine bulaşmıştı, ta başından beri…”
Roman kahramanının gözlerinden Anna’nın bedenine baktığımızda, eski sevgilinin izleri görülüyor, çünkü o, sevdiği kadında, giderek artan bir hızla, bu gölgeleri görüyor. Anna’nın güzelliğini lekeleyen gölgeler bunlar. Romanın dördüncü bölümünün sonunda, tüm cinsel imgeler, bir başka erkeğin bu bedende bıraktığı izler halini alıyor. Doğal olarak sevişirken bu izler daha belirgin oluyorlar. Garip bir ikilemle, sevdiği bedene yaklaştıkça, başka bir erkeğin gölgesi netleşiyor. Sevdiğinden uzaklaşıp uzaklaşmamak arasında gidip gelişler, bir zaman sonra şiddeti davet ediyor.
Bu noktada yazar bizi de düşünmeye itiyor, insan sevdiği kişinin teninde daha önceki sevgililerin sinmiş gölgelerini mi görür? Diyelim ki, görür, yeni bir soru eklenir bir önceki soruya, gördüğünden tiksinti mi duyması gerekir? Kıskanmalı mıdır? Belki Münir Göle’nin düşünmemizi istediği şey tam da bu noktadır: sevdiğinin bedenini ve ruhunu tamamen sahiplenerek birlikte olmayı istemek ile sahiplenmeden sevebilmek arasındaki fark. Doğulu ve Batılı aşk masalları arasındaki en belirgin özellik de bu değil midir?
“Uzak Bir Gölge”yi kuşkusuz bir aşkın hikâyesi olarak okumak mümkün, bu aşkın pürüz yaratan yanı, yüzyıllar öncesine dayanan doğu-batı önyargıları. Yazarın her iki kenti adsız bırakmış olmasının ardında yatan nedeni böyle açıklayabiliriz, biri doğuyu diğeri batıyı simgeleyen iki kentin her biri diğerinin gözünden görülüyor. İkisi de yabancı, ikisi de öteki. Bu yüzden de hep uzak.
Roman bir karşıtlığı, anlaşmazlığı anlatsa da, aslında temel bir arzu da sıklıkla dile getiriliyor: “varlığı basan tüm gölgelerden kurtulmak.” Roman kahramanı en büyük arzusu olarak bu sözleri birkaç kez tekrarlıyor. Kurtulmak istediği sadece sevdiği kadının bedeninde karşısına çıkan gölgeler değil üstelik kendi benliğini de sardığını gördüğümüz gölgeler asıl kurtulmak istediği. “Gölgeler gitmiş, kendi gölgesiyle, karanlığıyla baş başa kalmıştı. Aylardır başka gölgelerle uğraşması, kendi gölgesine giden bir yol olmuştu.” Göle çok akıllıca bir yolla, gölgelerin dışarıda olmadığını, kendi içimizde onları yaşattığımızı anlatıyor.
Münir Göle karakter betimlemelerini diğer karakterler ve objeler üzerinden yapan bir yazar. Örneğin bir lokantada piyanisti öylesine detaylarla anlatıyor ki, aslında anlatılanın piyanist değil, ona bakan kişinin ruh hali olduğunu anlıyoruz. Genelde gözlemlemeleri bir tek bakış açısına hapsettiği için, bakılan nesne ya da kişiden çok bakan kişi hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bu yazı tekniği sayesinde, objeler anime edilmiş, hatta tüm şehir canlanmış bir havaya bürünüyor.
“Uzak Bir Gölge” çok güzel kaleme alınmış bir roman. Bazı yerlerinde – özellikle kentin tanıtıldığı ve tarihçesinin anlatıldığı bölümlerde – didaktik bir tona girdiği oluyor fakat konudan kopmadığı ve bütünlük bozulmadığı için rahatsız etmiyor. Romanın en hoş yanı, kuşkusuz mistik konuları ele alışı. Ay’ın evreleri (s. 221), maddenin dönüşümü (s. 228) ve çok kereler bahsedilen Hermes Trimesgistus ile ilgili bölümler, bunlar mistik havayı güçlendiriyorlar.
UZAK BİR GÖLGE Münir Göle, Can Yayınları, 2008, 264 sayfa, 15,50Ytl.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder