08 Ekim 2008

Orhan Pamuk "Masumiyet Müzesi"


MASUMİYET ÇAĞI MÜZESİ

Orhan Pamuk'un yeni romanı "Masumiyet Müzesi" basına bir "aşk romanı" olarak duyuruldu. gerçekten de ilk satırlarından başlayarak bir erkeğin bir kadını sevme hikayesi anlatılıyordu, fakat ironik bir biçimde, bu, içinde aşk olmayan bir aşk hikayesiydi.

“Masumiyet Müzesi” 1970’li yılların ortalarında başlayan ve günümüze dek süren bir aşk hikâyesini anlatıyor. Varlıklı erkek kahraman ile yoksul ama güzel genç kızın aşkı, anlatılan yılların Türk filmlerine göndermeler yaptığı gibi, o filmleri de canlandırıyor okurun zihninde.
Romandaki kadın ve erkek kahramanlardan, aşk ilişkisinden, toplumsal davranışlardan ve olaylardan söz etmeden önce, Pamuk’a yazar olarak ününü sağlayan yapısal özelliklerden bahsederek başlayalım. Orhan Pamuk’un romanlarında belirgin bir iskelet göze çarpar, örneğin “Kar”da, bir kar tanesinin yapısından yola çıkarak bütün romanın iskeletini oluşturmuştu. “Masumiyet Müzesi”nde bu denli dikkat çeken bir iskelet yok ama yine de romanın formu yazarın özelliğini gösterir nitelikte.

“Masumiyet Müzesi”nde Pamuk, üç farklı zaman akışı kullanıyor. Bunlara kabaca, Akan Zaman – Duran Zaman – Geçmiş Zaman adlarını verelim. Roman çok akıcı bir dille ve eylemlerle dolu olarak başlıyor. Bu bölümde âşıkların tanışmaları, karşılaştıkları sorunlar, aile yapıları büyük bir hızla yaşanıyor/anlatılıyor. Sonra yazarın zamanı tamamen durdurduğu ikinci bölüm başlıyor. Bu bölüm sekiz yıla yakın bir süreyi anlatıyor. Zamanın durduğu bu bölüm, roman kahramanı Kemal’in babasının ölümü ile başlıyor, Füsun’un babasının ölümüyle son buluyor. İki babanın ölümü arasındaki bu bölümde anlatının da tüm akıcılığı kayboluyor. Yazar bu bölümdeki durağanlığı anlamamız için özellikle çok sık olarak resim ve fotoğraflardan söz ediyor. Bazı görüntülerin sonradan nasıl resimlerini yaptırdığını anlatırken, okurun zihninde de sahneleri dondurulmuş olarak canlandırmaya çalışıyor. Roman kahramanı Kemal, zihninde kazınan bu görüntüleri aradan yıllar geçtikten sonra anlatarak ressamlara yaptırıyor. Bu bölüm boyunca yaşanan olaylar da hep geniş zamanda anlatılıyor. Her gece aynı rutin yaşanıyor: televizyonun karşısında, yemek masasında, birlikte gidilen eğlence yerlerinde, vb hep tablolar halinde gözümüzde canlanıyor. Ayrıca bu bölümde Füsun’un da kuş resimleri yapmaya başlaması boşuna değil, o da durdurulmuş bir zamanı yansıtıyor.

Kuşlar, romanda ayrı bir önem taşıyorlar. Sadece Füsun’un resimlerinde form bulduklarından değil, Füsun’u da ilerleyen sayfalarda Limon adlı kanaryasıyla özdeşleştirmeye başladığımızdan. Kafes içindeki Limon gibi, Füsun da (özellikle iki erkeğin emelleri arasında) sıkışmış kalmış bir halde. Romanın başlarında Füsun’u paragöz bir kadın olarak tanıyoruz biraz. Bu toplumdaki birçok kadın gibi o da güzelliğini erkekler üzerinde kendi amaçlarına ulaşmak için kullanıyor sanki. Aslında Füsun’u fazla tanımıyoruz; Orhan Pamuk’un romanlarındaki kadın kahramanlar genelde uzak ve donuk olurlar. Ne düşündüklerini, ne hissettiklerini pek anlamayız, Füsun da öyle. Daha kontrolcü kadın tiplemeleri genelde anneler bu romanda da. Füsun ise kendi kaderini çizen bir kadın değil, kendini kaderin (ve bu durumda erkeklerin) eline bırakıyor adeta. Ancak romanın sonlarında onun aslında tek istediğinin özgürlük olduğunu anlıyoruz. Tek karakter gösterdiği eylem, ehliyet sınavında Kemal’in rüşvet vermesini şiddetle reddettiği zaman ortaya çıkıyor. Bu önemli eylemine kadar onu aslında hiç tanımadığımızı fark ediyoruz.

Edebiyatın ünlü aşk hikâyelerinde genelde kadına edilgen bir rol biçilir fakat bazı ünlü aşık kadınlar da hiç edilgen değildir. Örneğin “Romeo ve Juliet”in başkahramanı Juliet, kendi kaderini çizen, kendi hayatının – ve aşkının – senaristi olan bir kadın kahramandır. Juliet, kendi seçtiği ve sevdiği erkeği, kendi istekleri doğrultusunda yatağına kabul eder; evlenmeye kendi karar verir ve ailesinin bunu kabul etmesi için tereddüt etmeden kalbini durduracak iksiri içer, sonunda da kendi isteğiyle yaşamına son verir. Şimdi Juliet ile Füsun gibi bir kadını karşılaştırdığımızda, Füsun kendi aşk hikâyesinde dublör rolüne çıkmış gibi görünür. Ne Kemal ile ilişkisinde ne de evliliğinde söz sahibidir. Kimse onun gerçekte ne istediğine aldırmaz, zamanla o da unutur temelde ne istediğini.

Roman kahramanı Füsun, benden iki-üç yaş büyük, ayrıca romanda anlatılan dönem ve yerler hiç yabancım değil, bu yüzden biraz uzak geldiğini söylesem de, anlamadığım bir kadın değil Füsun. Ayrıca Orhan Pamuk’un diğer kadın kahramanlarından çok daha fazla beni düşündürdü. Romana yansımayan bir derinliği vardı sanki ama romana yansımıyordu çünkü erkekler onun güzelliğinin ötesini görme çabasına girmiyorlardı. Roman da onu işlenmemiş bir karakter olarak bırakmayı tercih ediyor. Fakat buna hemen bunun işlenmemişliği Orhan Pamuk'un çok bilinçli yaptığını da eklemek gerekir.

“Masumiyet Müzesi” bir aşk romanı ama hemen eklemeli, içinde aşk olmayan bir aşk romanı. Orhan Pamuk çok ilginç bir şekilde aşk yerine eşyalarda teselli bulan bir kahraman yaratıyor. Romanın 28. bölümünün adı da “Eşyaların Tesellisi,” zaten bundan sonra gelen elli beş bölüm boyunca aşk yerini eşyaya bırakıyor. Kemal kaybolmuş bir zamanın anısını yaşatacağı inancıyla eşyanın içine sinen hayaletlerle yaşamaya başlıyor. Roman öylesi bir duygu yaratıyor ki, yanı başında duran sevdiği kadından bile daha değerli oluyor neredeyse bu eşyalar. Çünkü bu kadının kendisi değil belki de sevilen, kadının geçmişte bıraktığı iz.

Bu duyguyu yazarın verdiği birkaç ipucu sayesinde daha net anlıyoruz. İlk olarak, romanın başlarında Füsun’un güzelliği her iki satırda bir tekrarlanırken, ilerleyen sayfalarda güzelliğine seyrek değiniliyor. Ayrıca, Kemal Füsun’la bir zaman sonra yeniden karşılaşmasını (s. 261) “Füsun’un ablası varmış diye düşündüm, çünkü kapının eşiğinde, babanın arkasında Füsun’a benzeyen, ama esmer bir başka kız görmüştüm” diye açıklıyor.

“Masumiyet Müzesi” ele aldığı konularla, çok farklı açılardan tartışılacak bir roman. Aşk ve Türk toplumunda hastalıklı kadın erkek ilişkileri birinci sırada gelse de, roman, okuru daha genel olarak mutluluk üzerinde düşünmeye itiyor. Romanı okuyan erkek dostlarımdan bazıları, Pamuk’un aşkı tam da erkek açısından anlattığını söylediler. Ben de Kemal karakterini içten ve yakın buldum. Ayrıca kendisine olanak verilse, poligami içinde yaşamaktan mutluluk duyacağı çok açıktı.

Kemal’in eşya ile ilişkisine dönersek, bence roman, Kemal’in davranışlarını “normal” göstermek için fazla enerji kaybediyor. Romanda beni rahatsız eden bir başka şey, “batılı” yaşam biçimini benimsemiş sınıfı hep özenti olarak göstermesiydi. “Sosyetik” olarak adlandırılanlar, fazlasıyla basmakalıp örneklerden oluşuyordu ve aynı o dönem Türk filmlerindeki karakterler gibi son derece yapay duruyorlardı.

“Masumiyet Müzesi” Orhan Pamuk romanları içinde üst sıralarda yer alacak bir eser değil belki, ama tüm eserleri göz önüne alındığında, yazılması gereken bir romandı diye düşünmeden de edemedim. Bu romanda beni etkileyen şey, toplumumuzdaki kadın-erkek ilişkilerinin ne denli hastalıklı olduğunun, benzersiz bir şekilde ortaya dökülmesi. Türk erkeği kadını nasıl görür, nasıl sever, bunları düşündürdüğü için, en uç noktalarda da olsa, en hastalıklı halini de anlatsa, bunların anlatılmış olmalarını önemsememek mümkün değil. Özellikle 70'li 80'li yıllarda gençliğin içinde bulunduğu ilişkiler ortamının kaskatı, sevimsiz, iletişimsiz halini kendi açımdan bugün bakınca, yürekler acısı bulduğumu da eklemeliyim. Orhan Pamuk'u eleştirenler içinde, onu fazla Batılı bulanlar olmuştur hep, oysa bana hep çok fazla buralı, çok fazla Türk estetiğinden dünyaya bakan bir yazar olarak görünmüştür.
Orhan Pamuk’un en etkileyici yanlarından biri, bütün eserlerini – henüz yazmadıkları dâhil – bir bütün olarak görmesidir. Bu romanı yazdıktan sonra da “ilk ve son aşk romanım” demişti; İlk aşk romanı olduğunu söylemesi çok normaldi ama bunun son aşk romanı olacağını söylemiş olması, sanki içinde tüm eserlerini bitirmiş saklayan, onları bir bütün olarak algılayan yanını göstermiş oldu bize. Büyük bir romancı olduğunu bir kez daha kanıtladı “Masumiyet Müzesi”yle.

Masumiyet Müzesi / Orhan Pamuk / İletişim Yayınları / Eylül 2008 / 592 sayfa.
(Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinde 3 Ekim 2008 tarihinde yayınlandı.)

4 yorum:

atesinsesi dedi ki...

bu sıralar okumaktan çok sıkılıyorum. hani bir laf dolanırya insanın ağzına "yaz be roman olsun" derler ya şu piyasalaşmış edebiyattan bıktım yahu. sayın pamuğun cevdet bey ve oğulları, beyaz kale, kara kitap ve benim adım kırmızısından bende kalan bir şey olmadığı için ki belkide çok birikimli bir yerden okumak ihtiyacından kaynaklı bu durum bu çalışmasını okumaya bile gerek duymadım

beni ön yargılı bulmayın sorun sayın pamukla ilgili değil bu zamanın bütün romancılarından sıkılıyorum.

bana okumam için yaşam dolu bir kitap önermenizi diliyorum

Adsız dedi ki...

“Masumiyet Müzesi” O Kadar Masum mu?
IRMAK ZİLELİ
Remzi Kitap Gazetesi

Orhan Pamuk’un, “Masumiyet Müzesi” isimli yeni romanı daha piyasaya çıkmadan, medya, kitabın tanıtımını yapmaya başlamıştı bile. Yazarın, kitabın konusuna uygun mekânlarda çekilmiş boy boy resimleri gazetelerin pazar eklerinde yayımlandı. Bir edebiyat eserinin, popüler bir “The Secret” kitabı tarzında reklamının yapılması beni her ne kadar rahatsız ediyorsa da, Nobel ödüllü bir yazarın yeni romanının haber değeri olduğunu yadsıyamam. Ancak, bir yazarın birincil görevinin iyi bir edebiyat eseri ortaya koymak olduğu görüşünde ısrarlıyım. Kitabın tanıtım faaliyeti “promosyon” mantığıyla yürütülünce edebi ölçütler üzerinden bir değerlendirme arasanız da bulamıyorsunuz...
1970’li ve 80’li yılların İstanbul sosyetesinin yaşamı etrafında gelişen bir aşk romanı, “Masumiyet Müzesi”. Nişantaşılı zengin bir ailenin oğlu olan Kemal’in, uzaktan akrabası, yoksul tezgâhtar kız Füsun’a olan aşkını konu ediyor. Anlatıcı, Kemal’in kendisi. Yani kitabın konusu oldukça bildik: Zengin oğlan-yoksul kız aşkı...
Neyse ki, Orhan Pamuk bu klişeyi bir noktada kırıyor ve hikâye, bir erkeğin “tutkulu”, “takıntılı”, “saplantılı” aşkını yaşayışına dönüşüyor. Ancak kitabın ortalarında! Bu saplantılı aşk, Füsun’un içtiği sigaraların izmaritlerini toplamaya, onun kullandığı bardağı saklamaya kadar varıyor. Kemal’in Sibel’le nişanlanması üzerine Füsun kayıplara karışıyor. Bir yıl boyunca Kemal Füsun’u arıyor ve bu azap dolu sürede ona nasıl tutkuyla bağlandığını anlıyor. Bunun üzerine nişanı bozuyor ve sonunda Füsun’u, anne babasıyla yaşadığı yeni evinde buluyor. Ama Füsun artık evli bir kadındır... İşte ondan sonra Kemal, sekiz yıl boyunca neredeyse her akşam Füsunlara yemeğe gider. Onun her hareketinden umutlar üreterek geçirdiği bu sürede Kemal, aşkını kendi içinde mutlu mutlu yaşar. Sonu yine tipik bir melodram gibi biten roman, eşyalar, anılar ve duygular arasında bir ilişki kurmaya çalışıyor.

Türk Modernleşmesinin Eleştirisi
Kemal ile Füsun’un aşkı, belli bir tarihsel dönemde, bu dönemin İstanbul’unda ve Cumhuriyet’in yarattığı yeni burjuva sınıfının etrafında gelişiyor.
Söz konusu tarihsel dönem 1970’ler... Ancak bu yıllara ait net bir resim çıkmıyor romandan. 70’lerin siyasal karmaşası, 80 darbesi bile birkaç cümleyle geçiyor. Kendinizi sokakların, şehrin dışında stüdyolarda çekilmiş bir sitcomun içinde hissediyorsunuz.
Peki, döneme dair az da olsa karşımıza çıkan satırlar gerçeği ne derece yansıtıyor?
Anlatıcı, gazetelerde ancak “hafif” kabul edilen şarkıcı kadınların ya da artistlerin resimlerinin çıkabildiğini, gözleri bantlanmamış Türk kadını resminin çok seyrek yayımlandığını söylüyor ve ekliyor: “… reklamlarda Müslüman olmayan yabancı kadınlar ve yüzler tercih edilirdi.” Aklıma hemen İlhap Hulusi’nin fırçasından çıkmış, çalışan modern kadın imajlı reklam afişleri geliyor. 70’lerde, 1930’lara ait bu reklam afişlerinin bu denli gerisine düşmüş olabilir miyiz? Pamuk’un çizdiği, neredeyse Osmanlı dönemine yakışır bu tablo gerçek olabilir mi? Yoksa yabancı dillere çoktan çevrilmiş olan “Masumiyet Müzesi”nin Batılı okuruna sunduğu, yeni bir Türkiye resmi mi? Belki de Türk modernleşmesinin kanun maddelerinde kaldığı görüşüne kanıt üretiyor yazar, kim bilir…
Kurban başlıklı bölüm de laiklik üzerinden modernleşmeye bir eleştiri içeriyor. Türkiye burjuvazisinin, laiklik anlayışıyla toplumun alt tabakasından koptuğu anlatılıyor. Öyle ki alt tabaka bayramda kurban keserken, üst tabaka likör içiyor. Gerçekten kopuş bu denli keskin yaşanmış mıdır? Anadolu’da kız çocuklarına keman dersi aldıran savaş kuşağını nereye koyacağız? Bu modernleşmenin ölçütü değil midir? Cumhuriyet elitlerinden olup, dini yaşayışını sürdürenler peki? Yazarın, bir edebiyatçı gibi insanı derinlemesine anlamaktansa, kafasındaki şablona uygun roman karekterleri yaratmayı tercih ettiği görülüyor. Böylece Pamuk, çok eleştirdiği “resmi tarih” romancılarının yaptığını tersinden yapıyor...
Kadın-erkek ilişkilerinin modernleşmeden nasibini almadığı düşüncesi, Cumhuriyet elitleri ve burjuvazisinin ilişkileri ekseninde okura duyuruluyor. Bu topluluk, modern bir görüntü çizmekle birlikte, kimi tabulara bağlılığını hâlâ sürdürüyor. Pamuk’a göre modernleşme görüntüyü kurtarmaktan öteye geçemiyor... Yazar açık bir tavır almıyor görünse de, kitapta yer yer karşımıza çıkan, Atatürk’ün çatık kaşlı portrelerinin, dekor olsun diye konulduğunu düşünmek saflık olur herhalde!

Ruhsuz, Kuru Bir Metin
Bol sıfatlı metinler yazarın duyguyu anlatma noktasında kendini yetersiz hissettiği düşüncesini uyandırır bende. Metnin ruhunu bulamadığı yerlerde sıfatlar imdada yetişir! Orhan Pamuk da kitabında sıfatlara sık sık başvurmuş. Kemal’in sürekli olarak “Güzelim, bir tanem, canım” sözcüklerini sarf etmesi, Füsun’a olan aşkını okura aktarmasına yetmiyor. “Çok yoğun bir sevişme yaşadık” dediği zaman, “yoğunluk” sadece bir kavram ve sıfat olarak kalıyor. Okurda etki yaratan, yazarın metne o ruhu ve duyguyu sindirebilme yetisidir çünkü.
Ve diyaloglar... Karakterlerin ağzından çıkan sözler bir türlü ne duruma, ne de o karaktere uyuyor. Bu sefer de bir okul müsameresi izliyorsunuz sanki! Örneğin babasının âşık olduğu kadının ölümünün ardından duyduğu büyük bir pişmanlığı ifade ettiği cümleler: “Ona yeterince iltifat etmediğim, ne kadar tatlı, ne kadar hoş ve değerli biri olduğunu binlerce kez söylemediğim için çok pişmanım…” İnsan şaşırıp kalıyor. Büyük bir aşkla bağlı olduğu kadını yitiren bir adam, ona yeterince “iltifat etmediğine” mi pişman olur? Ve ardından gelen sözler kişisel gelişim kitaplarını aratmıyor: “Oğlum, bir kadına, zamanında, iş işten geçmeden iyi davranmayı bilmek lazım.”
Metnin içindeki tutarsızlıklar da oldukça fazla. Örneğin, Füsun’un bir önceki yıl istediği bölümü tutturamadığı için üniversite sınavına yeniden gireceğini anlattıktan sonra, Kemal Füsun’a hangi bölümü istediğini soruyor. Füsun’un yanıtı “bilmiyorum” oluyor. Hani istediği bölümü kazanamadı diye yeniden giriyordu sınava?
Bir başka örnek; Kemal, nişanlısı Sibel’e, Merhamet Apartmanı’nda buluşup sevişmeyi öneriyor, ancak Sibel bunu kabul etmiyor. Daha sonra Füsun’la burada buluşmaya başlıyorlar. Bir süre sonra Füsun, buraya Sibel’le neden gelmediğini soruyor. Kemal de “hayretle” bunun daha önce nasıl aklına gelmediğini soruyor kendine. Oysa aklına gelmişti. Hatta teklif de etmişti. Pamuk, kahramanlarına söylettiği şeyleri çok çabuk unutuyor!
Kitabın 586 sayfası tekrarlarla dolu. Kemal, Füsun’un kayıplara karıştığı bir yıl boyunca, Merhamet Apartmanı’na gidip onunla sevişmelerini hayal edişini 100 sayfa boyunca en az otuz kırk defa anlatıyor Kemal. Evlerine gittiği sekiz yılı anlattığı 200 sayfada da Füsun’un sigarayı içme biçiminden, yaptığı kuş resimlerine beraber nasıl baktıklarına kadar sayısız ayrıntıyı tekrar tekrar anlatıyor. Bütün bunların Kemal’in takıntısının yansıtılması için yapıldığı söylenebilir. Ancak yine de okura daha insaflı davranıp, bu tutkuyu vermenin bunaltmayan yolları bulunabilirdi...

Türkçe Hatalarıyla Dolu Bir Roman
Gelelim Pamuk’un Türkçe hatalarına... Orhan Pamuk ilk kez kitap yazan biri gibi, olmayacak hatalar yapıyor. Önceki kitapları pek çok eleştirmeci tarafından Türkçeyi yanlış kullandığı için eleştirilmişti. Ne yazık ki yazar, aynı tür hataları tekrarlamış. Kitap daha ilk satırda bozuk bir cümleyle karşılıyor okuru. Özne-yüklem uyumsuzlukları, kavramların yanlış kullanımı, İngilizceden çeviri kokan, Türkçede olmayan ifadeler her sayfada çıkıyor karşınıza. İşte birkaç örnek:
“Bilseydim bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?” (syf. 11) İki cümlenin iç içe geçirildiği bu cümlede iki ayrı özne var. Cümlenin birinci bölümünün öznesi ile yüklem arasındaki uyumsuzluk göze çarpıyor.
“26 Mayıs 1975 Pazartesi günü, saat üçe çeyrek kala civarında...” (syf. 11) Saat üçe çeyrek kala, net bir zaman dilimini ifade ediyor. Bu net ifade “civarında” sözcüğüyle yan yana gelemez.
“Benim saçlarım da çocukluğumda dalgalıydı ve onun çocukluğunda olduğu gibi esmerdi, yaşım ilerleyince Füsun’unki gibi düzleşmişti” (syf. 24) Orhan Pamuk’a bir hatırlatma: Saç esmer olmaz, sarı, siyah, beyaz olabilir… Esmer olan tenimizin rengidir…
“Az sonra Füsun’u göreceğimin bilinci kafamın bir köşesinden bütün ruhuma bir mutluluk olarak yayılıyordu.” (syf. 58) Burada Orhan Pamuk’un “bilinç” derken kastettiği “bilgi”. Füsun’u göreceğimi bilmek dese olurdu. Bilinç ise sözlükte şöyle açıklanıyor: “İnsanın kendisini, çevresini ve olup biteni tanıma, algılama, kavrama, fark etme yetisi.”
“Onun hayatiyetini, şakacılığını, konuşmasının her şeyini çok sevdiğini, hatta taklit ettiğini ama Füsun’un kendisiyle ne yazık ki istediği kadar arkadaşlık etmediğini anlattı bana.” (syf. 575) “Hayatiyet”le “canlılık” demek istiyor olmalı. Hayatiyet, bilindiği üzere bir şeyin taşıdığı önemi anlatmak için kullanılan bir sözcük.
Orhan Pamuk, İngilizce düşündüğünden olsa gerek çok yerde İngilizce cümle yapısını kullanmış. İngilizcede “ben” anlamına gelen “I” her zaman kullanılır, ancak Türkçede çoğunlukla ben anlamı gizli özneyle verilir. Örneğin “kapıyı kapattım” dersiniz ama “ben kapıyı kapattım” demezsiniz. Eğer özellikle kapıyı sizin kapadığınızı vurgulamak isterseniz de “kapıyı ben kapattım” şeklinde kurarsınız cümleyi.
Bir de uzak geçmişte olmuş bir şeyi, “şöyle yapmıştı” gibi mişli geçmiş zamanla anlatan yazar, bir an geliyor dili geçmiş kullanmaya başlıyor. Zamanlar içinde gidiş gelişlerle dolu bir romanda bu önemli bir sorun yaratıyor.
***
Pamuk, bugüne kadar yazdığı bütün romanlarında Batılı okuru düşünerek oynatmıştı kalemini. Aralara serpiştirdiği tarihi ve kültürel motiflerle, Batı’yı kendine hayran bırakmıştı. Çünkü Batı, Doğu’yu tam da onun anlattığı gibi görmek istiyordu. (Batı’nın bu romanları Türkçe okumadığını unutmamak gerek.) Orhan Pamuk, “Masumiyet Müzesi”ni, yazarın eserlerinin sonunu getirmekte güçlük çeken, üstelik son açıklamaları nedeniyle de ona tepkili Türk okuru kazanmak için yazmış görünüyor. Elde 70’lerin Yeşilçam deneyimi, günümüzün televizyon dizilerine ait veriler de olunca bu projenin batmayacağı düşünülmüş olmalı… Yalnız, hesaba katılmayan bir şey var, o da Orhan Pamuk’un edebi derinlikten yoksun anlatımı...

Adsız dedi ki...

cok iyi incelenmiş teşekkürler

Adsız dedi ki...

Irmak Zileli'nin yorumlara kopyalanan yazısı da dikkate değer görünüyor... Orhan Pamuk'un anlatım sorunlarıyla ilgili bir yazıya da http://0derece.org/2008/09/19/orhan-pamuku-nasil-okuyabilirim-selcuk-orhan/ linkinden erişilebilir.