NE DE MÜKEMMEL BiR GÜN!
Bir roman sinemaya uyarlandığında hemen tartışma başlar: roman mı, film mi daha iyi diye. İnsanlar sinema ile edebiyat arasında bir seçim yapmak zorunda hissederler kendilerini. Oysa ikisi de türünün iyi örneği olabilir. Özellikle yönetmen romanı yeniden anlatmaya kalkışmak yerine, romanın duyarlılıklarını anlatmayı tercih ettiyse.
Ferzan Özpetek ilk kez roman uyarlaması denediği yedinci filminde, Melania G. Mazzucco’nun “Mükemmel Bir Gün” romanından küçük değişiklikler yaparak, ana temayı vermeyi seçmiş. Romanın dilini beyaz perdede taklit etmek yerine, kendi dilini, kendi öyküsünü anlatan bir film çıkmış ortaya.
Romanın Dili
Bir uyarlamadan söz ederken her şeyden önce yazarın dili nasıl kullandığına dikkatle bakmak gerekir. Ünlü yönetmen ve sinema kuramcısı Sergey Eisenstein, fiziksel betimlemelerin ağırlıkta olduğu romanların filme kolay uyarlandığını söylemekle gerçekten çok haklıydı. İç seslerin ya da bilinçakışının yoğun olduğu anlatılar ekrana çok zor yansır. Eisenstein, öğrencilerine sinemaya uyarlama egzersizi olarak Balzac’ın romanlarını önerirmiş, çünkü Balzac betimlemeler ustasıdır; mekân ve kişi betimlemeleri her okurun zihninde sinema kareleri gibi görsel şekilde canlanır.
Mazzucco ise Balzac türü görsellik yaratan bir yazar değil. Mazzucco “Mükemmel Bir Gün” romanında atmosferi peş peşe çok sayıda görüntü kolajı yaparak vermeye çalışan yazarlardan. Örneğin romanın giriş bölümü Roma sokaklarını anlatarak başlıyor. Siren sesleri, patlamış bir doğalgaz borusunu tamir eden işçiler, çöp kamyonları, kırılan tabaklarla birlikte duyulan kavga sesleri, okurun tüm duyularına hitap ederek bir atmosfer yaratıyor. Kokular, sesler, renkler, ışıklar birbirlerinin içine girmiş, bir kentin üst üste binmiş görüntülerinin bombardımanı olarak yansıyor kitabın satırlarına. Elbette ilerleyen sayfalarda bu görüntülerin hiçbirini hatırlamıyor okur, sadece bunların yarattığı, yalnızlık ve endişe duygusu kalıyor geride. Balzac gibi bir tek sahnenin seçilmiş öğesini ya da öğelerini tasvir etmek yerine, görünen her şeyi bir bilinç akışı gibi veriyor. Ferzan Özpetek de filminde, görüntü kolajları yapmak yerine, sokakların ıssız ve tekin olmayan halini, uzayan gölgelerle, sokak taşlarından yankılanan ayak sesleriyle vermeyi yeğlemiş.
İnsan yapısının karmaşık ruhsallığını roman gibi katmanlarla verebilen bir başka sanat dalı yoktur. Roman uyarlamalarının belki de en büyük sorunu budur. Mazzucco’nun romanında en karmaşık halinde insan duygularının anlatıldığı bölümler var. Örneğin, kâbus gören milletvekili/avukat, rahatlamak için karısı Maja’nın koynuna gider ama karısı derin bir uykudadır: “Maja’nın derin ve umursamaz uykusu ona incitici bir sevgisizlik eylemi gibi geldi” diye anlatır yazar kahramanın duygusunu. Elbette bir film umursamazca uyuyan bir kadını verebilir ama bunun “incitici bir sevgisizlik eylemi” olarak görmemizi ancak bir romancı sağlayabilir.
Mazzucco romanda her karaktere eşit ağırlık vererek anlatıyor. Roman kahramanı yok gibi; neredeyse her karakterden eşit sayıda satırda bahsediyor. Ancak romanın sonlarına doğru, kurgunun merkezine Emma karakterinin geçtiğini görüyoruz. Emma kocasını terk edip, iki çocuğuyla annesinin evine sığınmış otuzlu yaşlarda bir kadın. Düşük sınıftan, bayağı bir görünüşü olduğu için, herkes onu ahlaksız biri zannediyor. Tenine oturan dar eteğiyle, diplerinden koyu rengin göründüğü bakımsız boyalı saçlarıyla romanın ilk bölümlerinde okur da onu nasıl görmesi gerektiğini bilemiyor. Kocası dizginleyemediği kıskançlık nedeninde haklı mı, ailesini yıkıp, çocuklarına zor bir hayat sunma nedeni romanın başlarında özellikle gizemli bir şekilde kapalı kalıyor.
Mazzucco, bir roman kahramanı yaratmıyor ama yarattığı tezatlarla karakterlerini ve konumlarını netleştiriyor. Emma ne denli bayağı ve seksi görünüyorsa, romandaki diğer kadın karakter Maja da tam tersine, mesafeli ve klasik görünüyor. Emma annesinin tek odalı evinde kanepede yatan oğluna sarılarak uyurken, Maja üç kişilik küçücük ailesi için çok büyük bir malikânede yaşıyor ve çok odalı evinde kocasıyla aynı odayı paylaşmıyor. Emma’nın oğlu uykusunu sarmalayan korkular yüzünden altını ıslatırken, Maja’nın kızı korkmasın diye aydınlatılmış bir odada, yanında dadısıyla yatıyor. Roman bir sahneden diğerine geçtikçe, aradaki zıtlıklar okurun zihninde netleşiyor.
“Mükemmel Bir Gün” yirmi dört saatlik bir süre içinde bu iki farklı ev halkının hayatlarını anlatıyor. Romanın girişinde Lou Reed’in aynı adlı ünlü şarkısının sözleri, ancak roman bittiğinde ironik bir anlam kazanıyor. Daha komik bir ironiyi yine kitabın başında yer alan George W. Bush’un “Aile, ülkemizin umutlarını barındıran, düşleri kanatlandıran yerdir” alıntısıyla yapıyor Mazzucco. Bu romanda geçen yirmi dört saat, hiçbir açıdan mükemmel olmadığı gibi, bulaşan herkes için de lanetli bir yirmi dört saat.
Türkçeye ilk kez çevrilen Melania G. Mazzucco etkileyici bir yazar. “Mükemmel Bir Gün” de, tahminlerimin üzerinde inceliklerle dolu bir roman. Kalabalık ve gürültü bir hikâye anlatıyor yazar ama kendine has stili, konudan konuya atlayışı, çelişkileri sunuşuyla iyi bir etki yaratıyor. Romanın çevirisindeki bazı küçük sorunlar (“Sonra ise vazgeçmişti. Şimdi ise ona bir ergenlik projesi, boş ve gülünç bir gaye gibi geliyordu.” “Öte yandan ise çok da sık rastlanan bir soyadı” gibi “ise”nin yanlış kullanımı) dışında akıcı bir dile sahip.
Sinema Dili
Ferzan Özpetek filminde bazı değişiklikler yapmış. En önemli değişiklik, Aris karakterinin geceleri ortaya çıkan anarşist ruhu, Zero’ya filmde yer vermemiş olması. Filmdeki Aris, uzun mor saçlı bir asi değil, babasından ve babasının politik gücünden kaçmaya çalışan bir genç sadece; karakter McDonald’s bombalayacak bir kişilik olarak canlandırılmıyor. İkinci değişiklik ise, romanda Sacha adındaki eşcinsel öğretmenin filmde bir kadın tarafından canlandırılması. Bu karakterin cinsiyetini değiştirerek filmin sonunu da değiştirmiş Özpetek.
Yazının başında bazı edebi betimlemelerin sadece romanda yer alabileceğini, filme aktarılamayacağını söylemiştik. Hemen buna bir ekleme yaparak, sinemanın da seyircide bir anda çok yoğun duygular yaratabileceğini, bunu da edebi yapıtın aynı hızda yapmasının olanaksız olduğunu söylemek gerek.
Özpetek filminde böylesi ani etkiler yapan sahneler kullanmış. Örneğin Roma sokaklarında Emma ile birlikte yürürken öğretmene bir telefon gelir. Bu sahnede her iki kadını arkadan görürüz, yüzlerini görmediğimiz halde, aralarında garip bir sessizliğin gerilim yarattığını hissederiz. Sırtlarını gördüğümüz için iki kadın da son derece korunmasız görünür, sanki arkadan vurulacak av gibidirler. Daha sonra Antonio karakterini sırttan gördüğümüz bir başka sahnede, onun ne yaptığını görmeyiz sadece metalik sesler duyarız. Yine bir sahne sonra, küçük çocuğun kanepe üzerinde zıplarken babasının arkasından bakması, benzer bir kuşku yaratır. Romanın özünde yatan sıradanlıktan kuşku duyma, Özpetek’in yorumunda da değişmez. Roman benzetme ve karşıtlıklarla canlandırır içimizdeki kuşkuyu, film ise bambaşka anlatım diliyle aynı duyguyu besler.
Sonuçta, birbirleriyle hiçbir şekilde kıyaslamadan, hem filmi görün hem de romanı okuyun derim. Birini diğerinin özeti olarak algılamadan, insanlık trajedisinin iki farklı anlatım yolu olarak düşünerek…
Bir roman sinemaya uyarlandığında hemen tartışma başlar: roman mı, film mi daha iyi diye. İnsanlar sinema ile edebiyat arasında bir seçim yapmak zorunda hissederler kendilerini. Oysa ikisi de türünün iyi örneği olabilir. Özellikle yönetmen romanı yeniden anlatmaya kalkışmak yerine, romanın duyarlılıklarını anlatmayı tercih ettiyse.
Ferzan Özpetek ilk kez roman uyarlaması denediği yedinci filminde, Melania G. Mazzucco’nun “Mükemmel Bir Gün” romanından küçük değişiklikler yaparak, ana temayı vermeyi seçmiş. Romanın dilini beyaz perdede taklit etmek yerine, kendi dilini, kendi öyküsünü anlatan bir film çıkmış ortaya.
Romanın Dili
Bir uyarlamadan söz ederken her şeyden önce yazarın dili nasıl kullandığına dikkatle bakmak gerekir. Ünlü yönetmen ve sinema kuramcısı Sergey Eisenstein, fiziksel betimlemelerin ağırlıkta olduğu romanların filme kolay uyarlandığını söylemekle gerçekten çok haklıydı. İç seslerin ya da bilinçakışının yoğun olduğu anlatılar ekrana çok zor yansır. Eisenstein, öğrencilerine sinemaya uyarlama egzersizi olarak Balzac’ın romanlarını önerirmiş, çünkü Balzac betimlemeler ustasıdır; mekân ve kişi betimlemeleri her okurun zihninde sinema kareleri gibi görsel şekilde canlanır.
Mazzucco ise Balzac türü görsellik yaratan bir yazar değil. Mazzucco “Mükemmel Bir Gün” romanında atmosferi peş peşe çok sayıda görüntü kolajı yaparak vermeye çalışan yazarlardan. Örneğin romanın giriş bölümü Roma sokaklarını anlatarak başlıyor. Siren sesleri, patlamış bir doğalgaz borusunu tamir eden işçiler, çöp kamyonları, kırılan tabaklarla birlikte duyulan kavga sesleri, okurun tüm duyularına hitap ederek bir atmosfer yaratıyor. Kokular, sesler, renkler, ışıklar birbirlerinin içine girmiş, bir kentin üst üste binmiş görüntülerinin bombardımanı olarak yansıyor kitabın satırlarına. Elbette ilerleyen sayfalarda bu görüntülerin hiçbirini hatırlamıyor okur, sadece bunların yarattığı, yalnızlık ve endişe duygusu kalıyor geride. Balzac gibi bir tek sahnenin seçilmiş öğesini ya da öğelerini tasvir etmek yerine, görünen her şeyi bir bilinç akışı gibi veriyor. Ferzan Özpetek de filminde, görüntü kolajları yapmak yerine, sokakların ıssız ve tekin olmayan halini, uzayan gölgelerle, sokak taşlarından yankılanan ayak sesleriyle vermeyi yeğlemiş.
İnsan yapısının karmaşık ruhsallığını roman gibi katmanlarla verebilen bir başka sanat dalı yoktur. Roman uyarlamalarının belki de en büyük sorunu budur. Mazzucco’nun romanında en karmaşık halinde insan duygularının anlatıldığı bölümler var. Örneğin, kâbus gören milletvekili/avukat, rahatlamak için karısı Maja’nın koynuna gider ama karısı derin bir uykudadır: “Maja’nın derin ve umursamaz uykusu ona incitici bir sevgisizlik eylemi gibi geldi” diye anlatır yazar kahramanın duygusunu. Elbette bir film umursamazca uyuyan bir kadını verebilir ama bunun “incitici bir sevgisizlik eylemi” olarak görmemizi ancak bir romancı sağlayabilir.
Mazzucco romanda her karaktere eşit ağırlık vererek anlatıyor. Roman kahramanı yok gibi; neredeyse her karakterden eşit sayıda satırda bahsediyor. Ancak romanın sonlarına doğru, kurgunun merkezine Emma karakterinin geçtiğini görüyoruz. Emma kocasını terk edip, iki çocuğuyla annesinin evine sığınmış otuzlu yaşlarda bir kadın. Düşük sınıftan, bayağı bir görünüşü olduğu için, herkes onu ahlaksız biri zannediyor. Tenine oturan dar eteğiyle, diplerinden koyu rengin göründüğü bakımsız boyalı saçlarıyla romanın ilk bölümlerinde okur da onu nasıl görmesi gerektiğini bilemiyor. Kocası dizginleyemediği kıskançlık nedeninde haklı mı, ailesini yıkıp, çocuklarına zor bir hayat sunma nedeni romanın başlarında özellikle gizemli bir şekilde kapalı kalıyor.
Mazzucco, bir roman kahramanı yaratmıyor ama yarattığı tezatlarla karakterlerini ve konumlarını netleştiriyor. Emma ne denli bayağı ve seksi görünüyorsa, romandaki diğer kadın karakter Maja da tam tersine, mesafeli ve klasik görünüyor. Emma annesinin tek odalı evinde kanepede yatan oğluna sarılarak uyurken, Maja üç kişilik küçücük ailesi için çok büyük bir malikânede yaşıyor ve çok odalı evinde kocasıyla aynı odayı paylaşmıyor. Emma’nın oğlu uykusunu sarmalayan korkular yüzünden altını ıslatırken, Maja’nın kızı korkmasın diye aydınlatılmış bir odada, yanında dadısıyla yatıyor. Roman bir sahneden diğerine geçtikçe, aradaki zıtlıklar okurun zihninde netleşiyor.
“Mükemmel Bir Gün” yirmi dört saatlik bir süre içinde bu iki farklı ev halkının hayatlarını anlatıyor. Romanın girişinde Lou Reed’in aynı adlı ünlü şarkısının sözleri, ancak roman bittiğinde ironik bir anlam kazanıyor. Daha komik bir ironiyi yine kitabın başında yer alan George W. Bush’un “Aile, ülkemizin umutlarını barındıran, düşleri kanatlandıran yerdir” alıntısıyla yapıyor Mazzucco. Bu romanda geçen yirmi dört saat, hiçbir açıdan mükemmel olmadığı gibi, bulaşan herkes için de lanetli bir yirmi dört saat.
Türkçeye ilk kez çevrilen Melania G. Mazzucco etkileyici bir yazar. “Mükemmel Bir Gün” de, tahminlerimin üzerinde inceliklerle dolu bir roman. Kalabalık ve gürültü bir hikâye anlatıyor yazar ama kendine has stili, konudan konuya atlayışı, çelişkileri sunuşuyla iyi bir etki yaratıyor. Romanın çevirisindeki bazı küçük sorunlar (“Sonra ise vazgeçmişti. Şimdi ise ona bir ergenlik projesi, boş ve gülünç bir gaye gibi geliyordu.” “Öte yandan ise çok da sık rastlanan bir soyadı” gibi “ise”nin yanlış kullanımı) dışında akıcı bir dile sahip.
Sinema Dili
Ferzan Özpetek filminde bazı değişiklikler yapmış. En önemli değişiklik, Aris karakterinin geceleri ortaya çıkan anarşist ruhu, Zero’ya filmde yer vermemiş olması. Filmdeki Aris, uzun mor saçlı bir asi değil, babasından ve babasının politik gücünden kaçmaya çalışan bir genç sadece; karakter McDonald’s bombalayacak bir kişilik olarak canlandırılmıyor. İkinci değişiklik ise, romanda Sacha adındaki eşcinsel öğretmenin filmde bir kadın tarafından canlandırılması. Bu karakterin cinsiyetini değiştirerek filmin sonunu da değiştirmiş Özpetek.
Yazının başında bazı edebi betimlemelerin sadece romanda yer alabileceğini, filme aktarılamayacağını söylemiştik. Hemen buna bir ekleme yaparak, sinemanın da seyircide bir anda çok yoğun duygular yaratabileceğini, bunu da edebi yapıtın aynı hızda yapmasının olanaksız olduğunu söylemek gerek.
Özpetek filminde böylesi ani etkiler yapan sahneler kullanmış. Örneğin Roma sokaklarında Emma ile birlikte yürürken öğretmene bir telefon gelir. Bu sahnede her iki kadını arkadan görürüz, yüzlerini görmediğimiz halde, aralarında garip bir sessizliğin gerilim yarattığını hissederiz. Sırtlarını gördüğümüz için iki kadın da son derece korunmasız görünür, sanki arkadan vurulacak av gibidirler. Daha sonra Antonio karakterini sırttan gördüğümüz bir başka sahnede, onun ne yaptığını görmeyiz sadece metalik sesler duyarız. Yine bir sahne sonra, küçük çocuğun kanepe üzerinde zıplarken babasının arkasından bakması, benzer bir kuşku yaratır. Romanın özünde yatan sıradanlıktan kuşku duyma, Özpetek’in yorumunda da değişmez. Roman benzetme ve karşıtlıklarla canlandırır içimizdeki kuşkuyu, film ise bambaşka anlatım diliyle aynı duyguyu besler.
Sonuçta, birbirleriyle hiçbir şekilde kıyaslamadan, hem filmi görün hem de romanı okuyun derim. Birini diğerinin özeti olarak algılamadan, insanlık trajedisinin iki farklı anlatım yolu olarak düşünerek…
MÜKEMMEL BİR GÜN, Melania G. Mazzucco, çeviren: Daniela Lepori Çelik, Doğan Kitap, 2008, 17 YTL.
(Bu yazı 31 Ekim 2008'de Radikal gazetesinin Kitap ekinde yayınlanmıştır)
1 yorum:
yazdıklarınızdan sonra romanı gerçekten merak ettim. filmi pek sevmemiştim ve tüm o ayrıntıları yazınızda görünce sanki başka bir hikayeden bahsediliyormuş hissine kapıldım. atmosfer yaratarak kitaplardaki derinliği vermeye çalışıyor yönetmenler ama çoğu zaman başarılı olamıyorlar.
Yorum Gönder