07 Mart 2009

Elif Şafak "Aşk"


BU NASIL BİR AŞK?


Son dönemlerde romancılarımız Anadolu’nun büyük bir zenginlik barındıran felsefesi tasavvufa özel bir ilgi duymaya başladılar. İhsan Oktay Anar’ın “Suskunlar,” Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar” adlı romanları ilk aklıma gelenler. Hepimiz Mevlana’nın şiirlerini ve Konya’nın dervişlerini biliriz fakat felsefesinden ne denli uzak yaşamlar içinde olduğumuzu bu romanlar çok güzel gösterdiler bize. Bilinen, görünen olması, yaşanan olması gerekmediğini de gösterdi. En yakın olmamız gereken felsefeyi ne denli az bildiğimiz (en azından çoğumuzun) su üstüne çıktı bence romanlarla.
Aşk, bugünün yaşamında sadece iki insan arasındaki tutkulu ilişkiyi anlatmak için kullanılan bir sözcüğe indirgendi. Oysa ilk çağlarda aşkı farklı sözcüklerle ifade ederlerdi, tanrı aşkı, karı-koca aşkı, cinsel tutku başka sözcüklerle anlatılırdı. Fakat bedenimizin tam orta yerinde bir sancı olarak hissettiğimiz aşk, aslında bir tek sözcükle de anlatılabilir, aynı Rumi’nin yaptığı gibi.
Elif Şafak’ın “Siyah Süt”ten sonra beklenen yeni romanı aşkı tam da bir tek sözcükle anlatan bir eser. Romana da en basitinden “Aşk” adını vermiş yazar. Basit diyorum ama aslında hiç de basit bir aşk değil anlattığı, zaten ne zaman basittir ki aşk? İçinde her duyguyu ve her tutkuyu eriten bir tek sözcük olduğunda en karmaşık halinde değil midir?
“Aşk”ta Şafak, iki farklı zaman diliminde geçen iki öykü anlatıyor. Birincisi 2008 yılında Boston şehri yakınlarında yaşayan Ella’nın öyküsü; İkincisi ise, 13. Yüzyıl ortalarında bir kısmı Bağdat’ta kalanı Konya’da geçen Tebrizli Şems’in öyküsü. Ella, üç çocuk annesi, sevgisiz bir evlilik içinde sıkışmış kalmış “çaresiz bir evkadını.” Çocukları büyüdüğü ve ona fazla gereksinim duymadıkları bir çağa geldikleri için kendine oyalanacak bir iş bulur. Görevi bir editörün yardımcısının yardımcılığıdır, eline verilen hakkında hiçbir şey bilmediği romanı okuması ve hakkında rapor hazırlaması istenir. Roman tasavvufla ilgilidir. Hayatında hiç Mevlana’nın adını duymamış, hiç ülkesi dışında yaşamamış, gezmemiş biri olarak yabancıdır konuya ve romanın içerdiği temalara. Fakat romandaki bir şeyler çeker onu, önce yazar hakkında bilgi edinir, kitabı okumaya başladığında yazara bir e-posta yazar. Mesajında sadece kitaptan değil, kendisiyle ilgili özel bir konudan da bahseder. Hayatında tam da aşkın ne olduğunu sorguladığı, kendini nasıl aşksız bir yaşamın içinde bulduğunu anlamaya çalıştığı bir dönemdir. Okuduğu “Aşk Şeriatı” adlı roman bütün bunların yanıtını barındırır içinde, o da zamanla görmeye başlar bunları.
“Aşk Şeriatı”nın yazarı Aziz Z. Zahara, gezgin bir fotoğrafçıdır. Bunalımlı geçen hayatının bir bölümünde dinle tanışmış ve bir Sufi olmuştur. Şems’in hayatını ve Sufiliği kendi anladığı gibi yazmıştır romanında. Elif Şafak’ın roman içine roman koyarak hem anlatım katmanlarını çoğaltmış hem de – en önemlisi – Mevlana’yı bugüne bağlamış. Bugünün yaşamı içinde Sufi yaşam felsefesini göstermiş. Romanın özünü içinde yatan “Aşk Şeriatı” barındırıyor fakat romana sadece “Aşk” başlığını verdiği için, zaman ötesinde, kültür ötesinde anlaşılmasını istiyor.
“Aşk Şeriatı” 1245 yılının öncesi ve sonrasında, büyük kısmı Konya’da geçen bir roman. Her karakter birinci tekil şahıstan Şems’le tanışmasını, ondan nasıl etkilendiğini, günlüğe yazılmış haliyle anlatıyorlar. Her biri Şems’in hayatındaki bir dönemi ya da birkaç saati anlattığı için, Şems’e çok farklı açılardan bakmamızı sağlıyor ayrıca olayların akışı da bir dilden diğerine hiç aksamıyor. Şems’in kendi ağzından da çocukluğunu, düşüncelerini ve hepsinden önemlisi kırk kuralını öğreniyoruz.
Romanın kurgusu bu kırk kural üzerine kurulmuş. Bütün düşünceleri, bütün karakterleri birbirine kırk kural bağlıyor. “Gönlü geniş ve ruhu gezgin Sufi Meşreplilerin kırk kuralı” diye adlandırdığı kurallar, Şems’in gezgin bir derviş olarak tanıdığı, gördüğü yaşadığı, olaylardan kişilerden etkilenerek oluşturduğu kendi felsefesini yansıtıyor. Şems’in kırk kuralı ilk başta, “kural” oldukları için din kitaplarının ve kurumlaşmış dinlerin kurallarını çağrıştırsa da onlardan çok farklı. Tevrat’ın on emri, İslamiyet’in beş şartı gibi inananların yaşamlarını kalıplaştırmak değil kırk kuralın amacı, aksine basmakalıp düşüncelerden kurtulmayı, yaşamın merkezine sevgiyi oturtmayı anlatıyor. Şems’in kurallarından bazıları çok tanıdık, onuncu kural gibi: “Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.” Bunlar sağduyulu çoğu insanın anlayacağı ve söyleyeceği türden kurallar. Bazı kurallar ise, tasavvuf felsefesinin özünü anlatan çok daha karmaşık ve derinler. Örneğin on beşinci kural: “…Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır.”
Elif Şafak felsefe ve metafiziğe tüm romanlarında yer vermiş bir yazar. “Aşk” bu anlamda diğer romanlarından çok farklı, burada felsefe tarihinin temel taşları olarak gördüğümüz düşünürlerin adları ya da kuramları hiç geçmiyor. Bu romanda özellikle kuramsal ve akılcı yaklaşmaktan çekindiğini görüyoruz. Belki çekinmek değil, uzak duruyor, çünkü derinlerde ruhunda hissettiği bir felsefeyi, yaşam biçimini anlatmaya girişiyor. Akılcı ve bilgi yoluyla ulaştığı felsefeyi anlatmak değil amacı. Hayatın bir parçası haline gelmiş burada felsefe ve din. Tasavvufu da aynı şekilde bir öğreti olarak değil, gündelik sorunların karşılıklarının bulunduğu bir yaşam bilgeliği olarak sunuyor. Böyle sunduğu için de, Ella adında kırk yaşında bir Amerikalı kadının da anlayacağı, özdeşlik kurabileceği bir şekle sokuyor. Bence romanı eşsiz kılan özelliği burada yatıyor. Şems en önemli hayattan ders çıkarma anlarında --kutsal metinlerden çıkmışçasına—peygamberlerle ya da inançla ilgili hikâyeler anlatıyor. Romanda benim en hoşuma giden aralara serpiştirilmiş bu kısacık hikâyeler oldu. Bu romanı nasıl anlamamızı istediği bence bu hikâyelerde yatıyordu. Basit ama özle ilgili.
“Aşk Şeriatı”nda her bölüm aynı sessiz harfle başlıyor. Sessiz harf oluşu, mahlaslarından biri suskun olan Rumi’ye gönderme olduğu gibi, başyapıtı Mesnevi’nin “Bişnev!” yani “Dinle!” diye başlıyor da olması. Her bölümün b harfiyle başlar olmasını ben bir çeşit bismillah ile başlar gibi metni kutsayan bir öğe olarak gördüm. Sadece “Aşk Şeriatı”nın dışında kalan birinci bölüm b ile başlamıyor, fakat Ella okudukça ve kitabı anladıkça onunla ilgili olan bölümler de b ile başlamaya başlıyor.
Roman bazı okurlara fazla dini, fazla kutsal bir metin havasında gelebilir. İlk başlarda ben de kutsal kitaplardan bir bölüm okuyormuşum gibi yadırgadım. Roman kahramanları iyilikleri ve kötülükleriyle ele alınmış olsalar da, çizgilerin fazla net olması, bilgelerin hep bilgece davranması ve fahişe Çöl Gülü’nün ya da Rumi’nin karısı Kerra’nın beklenenin dışında bir kişilik göstermemeleri romanın belki de tek zayıf noktası. Yıllar önce televizyonda izlediğim bir edebiyat programında Talat Halman Türk romanının “Faust”unu yaratamadığını söylemişti, bu konuyu o günden beri çok düşünme fırsatım oldu. Yazarın kendi şüphelerini metne sızdırmadığı anlamında, bence de çok doğru bu tanımlama. Yine de “Aşk” belki bu açıdan eleştirilmeyi konusu itibariyle kabul etmeyecek bir roman. Şüpheler değil, inanç üzerine kurulu.
Şafak bu romanını da İngilizce yazmış fakat belki de çeviriye katkıda bulunduğundan sadece Şafak’ın anlatacağı güzellikte bir anlatıma sahip. Cümlelerin güzelliği, dili inanılmaz bir yaratıcılıkla kullanıyor olması ve bunu şimdiye kadar yazdığı her şeyden çok daha üstün bir şekilde becermiş olması, bu romanı tek kelimeyle olağanüstü yapıyor. Yazarın kişiliğini en saf halinde görebileceğimiz bir yapıt çıkarmış ortaya.

Aşk / Elif Şafak / çeviren: K. Yiğit Us / Doğan Kitap / Mart 2009 / 419 sayfa.
(Bu yazı 6 Mart 2009 tarihli Dünya Gazetesi Kitap ekinde yayınlanmıştır.)

7 yorum:

Adsız dedi ki...

Bişnev!

Adsız dedi ki...

elif şafak dilini takdir ettiğim ve keyifle okuduğum bir yazar ancak neden son birkaç romanını ingilizce kaleme aldığını merak ediyorum umarım sebebi ticari kaygılar değildir

Adsız dedi ki...

çok kitap okurum ve çok hızlı okurum. normalde bu kitabı bi gecede bitirmem gerekirdi ama o kadar içime sindirerek okudum ki 3 gecede bitirdim ve gerçekten içine giripte yaşayarak okuduğum nadir kitaplardan biri oldu. tebrikler elif şafak

Adsız dedi ki...

Adı "AŞK" olan bu romanı okumaya basladıgımda ilk baslarda klasik bir kadın-erkek ilişkisi olacagını sanmiştim.Meğer çok yanılmışım.Gerçekten okumaya doyamadıgım bir kitap oldu diyebilirim.Dili,anlatımı,akıcılıgı ve roman içinde roman olması olağanüstü.Daha ne diyebilirim ki tebrikler Elif Şafak...

Unknown dedi ki...

aksine ben bu romanı beğenmedim ancak rumi ile şemsin canyodaşlığından çok etkilendim ama ella ile azizin aşkı amerikan filmlerinden fırlamış gibi sanki diğerinin yanında çok basit kaldığını düşünüyorum..

imorh dedi ki...

Her yazarın her yazdığını beğeneceğiz diye bir kural yok tabi ki, "Baba ve Piç", "Aşk" okunmaya değer kitaplar bence. "Siyah Süt" beni çekmedi. Roman okuyucuyu içine hapsetmeli.

MorBaykus dedi ki...

Romanın güzelliği aşikar...
Blogunuzdaki yazım diliniz ve ayrıntılı bakış açınız çok hoşuma gitti.
Sevgiler
Ebru