HAVADA ÖFKE VAR
Salman Rushdie’nin “Öfke” romanının İngilizcesini 2001 yılının Eylül başında okuyordum. Kapağında New York gökdelenleri ve Empire State binasının resmi olan kitabı tam da 11 Eylül günü bitirmek üzereydim. Çok garip bir duyguya kapılmıştım; roman sayesinde kendimi tam New York’ta hissederken, canlı yayında New York Ticaret Merkezinin ikinci kulesine uçağın girişini tüm dünyayla birlikte canlı yayında izliyordum.
Salman Rushdie’nin “Öfke” romanının İngilizcesini 2001 yılının Eylül başında okuyordum. Kapağında New York gökdelenleri ve Empire State binasının resmi olan kitabı tam da 11 Eylül günü bitirmek üzereydim. Çok garip bir duyguya kapılmıştım; roman sayesinde kendimi tam New York’ta hissederken, canlı yayında New York Ticaret Merkezinin ikinci kulesine uçağın girişini tüm dünyayla birlikte canlı yayında izliyordum.
O günden sonra, roman hakkında çıkan eleştiri yazılarında, Salman Rushdie’den bir kahin gibi bahsedildiğini hatırlıyorum. Müslüman asıllı ve Asyalı bir yazarın genel olarak Batıyı, özel olarak Amerika’yı ve daha da özel olarak New York’u nasıl gördüğü romanın yayımlanmasından hemen sonra çok farklı anlamlar kazanmıştı.
O günlerde dünya edebiyat çevreleri “Öfke” etrafında fırtınalar koparırken, Türkiye’de yayınlanmamış olması şimdi bana çok garip geliyor. Neyse ki, bu kadar zaman sonra da olsa, romanın çevrilmiş ve hepimizin belleklerinde hala izleri süren bir dönemi ince ayrıntılarıyla anlatıyor olması, yine de bu romanı önemli kılıyor.
“Öfke”nin kahramanı 55 yaşındaki Malik Solanka’dır. Cambridge Üniversitesi, King’s Kolejinde felsefe profesörü olan Hint asıllı Malik, akademik hayatın dar görüşlü, sıkıcı ve dayanılmaz olduğunu ileri sürerek 1980’li yıllarda, üniversitedeki görevinden istifa eder. Akademik hayattan, şov dünyasına geçiş yapar. Kendi yarattığı kuklalar (bebekler) aracılığıyla, bir televizyon kanalında popüler felsefe programı yapmaya başlar. Kısa zamanda felsefi bebekleri çok ünlenir. Programı gece saatlerinden, televizyonun “altın saatleri” denilen haber sonrası kuşağına alınır.
Dışardan bakıldığında “ideal” görünen bir evliliği vardır, üstelik cebi para doludur, yaptığı televizyon işi çok tutmuş, ona milyonlar kazandırmıştır. Oysa Malik, evini, sevdiği karısını ve henüz üç yaşındaki oğlunu terk ederek New York’a yerleşir. Daha sonra, New York’a yeniden varolmak için gelmediğini, “olmak değil, yok olmak için” (s. 112) bu hamleyi yaptığını anlarız. Romanın girişinden, Malik’in hayatında çok önemli bir şeylerin ters gittiğini tahmin etmeye başlarız. Böylesine ideal ve güzel bir hayatı bırakıp New York’a gelmesinin, aksi ve mutsuz bir adam olmasının mutlaka bir nedeni var diye düşünmeye başlıyoruz.
Malik’in Amerika hakkındaki görüşlerini dile getirdiği bölümler, yazar olarak Salman Rushdie’nin de sonradan kehanet sayılan sözlerinin yer aldığı bölümler: “Amerika sınırsız gücü yüzünden korku doludur; dünyanın öfkesinden korkar ve bu öfkenin adını kıskançlık olarak değiştirir.” Aslında romanın giriş bölümü de New York portresi çizerek başlar: “Şehir para içinde yüzüyordu. Kiralar ve gayrimenkul fiyatları tavan yapmıştı, giyim sektöründe çalışan herkes modanın daha önce hiç bu kadar moda olmadığı konusunda hemfikirdi. Saat başı yeni lokantalar açılıyordu. Mağazalar, bayiler, galeriler, özel ürünlere gösterilen yoğun ilgiyi karşılayabilmek için mücadele ediyordu; sınırlı miktarda üretilen zeytinyağı, üç yüz dolarlık şişe açacakları, müşterinin isteğine göre değişiklik yapılmış Humvee marka cipler…”
Rushdie, en iyi bildiği şekilde (ironi ve alay dolu sözlerle) yeni milenyumun ana hatlarını çiziyor aslında romanda. Romanda birkaç kez “havada öfke var” sözünü yineliyor. Tüm dünyayı sarsacak öfkenin yolda olduğunu hissediyor. Ve bu roman yazıldığından beri, bu öfkenin sakinleşmediğini, giderek arttığını, tüm dünya görüyor.
Şimdi Malik’in neden önceki hayatını terk edip kendini buraya sürgün ettiği konusuna geri dönersek, karşımıza yine Doğu/Batı karşıtlığı çıkıyor. Romanda gönderme yaptığı Othello gibi Malik de, beyazların dünyasında (hem de beyaz bir kadınla evli) bir yabancıdır, ötekidir. Batı dünyasında ne denli başarılı ve varlıklı olsa da hep öteki olarak kalacağının bilincindedir. Rushdie, Othello benzetmesiyle Batı’nın asla yabancıyı içine tam olarak almadığını da gösteriyor.
“Öfke” Batı/Doğu tartışmasında çok önemli bir rol oynuyor bence. Rushdie ilk kez “Öfke” ile Amerika’yı anlattığı bir roman yazdı. Anlattığı Amerika, sömürgeci, aşırı tüketici, saldırgan ve diğer kültürlere saygısız bir ülke. Politik portrelerin dışında da bu roman çok önemli, mitolojiyi bugüne taşıyor adeta: “Bu günlerde, fazla önemsenmeyen tanrıçalar daha aç, daha vahşiydiler ve ağlarını daha geniş bir alana atıyorlardı.
“Öfke” yayınlandığından beri (2001) Rushdie’nin hayatında çok değişiklikler oldu, önce romanı ithaf ettiği dördüncü karısı Padma Lakshmi’den boşandı, ardından kraliçe tarafından Sir unvanı kazandı. Geçtiğimiz hafta da “The Enchantress of Florence” adlı yeni romanı yayınlandı. Umarım bu yeni romanı daha hızlı Türkçeye çevrilir ve yayınlanır.
(Bu yazı 8 Nisan Salı günü Taraf Gazetesinde "Ars Poetika" köşesinde yayımlanmıştır.)
1 yorum:
AYRICA KITAPTA ALTERNATIF BI HAYATTAN,HAYALIMIZDE KURDUGUMUZ DUNYANIN DA ARTIK YETERLI DERECEDE IYI OLMADIGI KONUSU VAR KI,ASIL O MUTHIS
Yorum Gönder