16 Ağustos 2009

Ahlaksız Edebiyat


Bundan yıllar önce Fethiye’de yazlık evimize bir hırsız girip annemin saatini çalmıştı. Hemen ertesi gün hırsızın kimliği hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde ortaya çıktı, motorcu genç çocuklardan biriydi. Bütün gün hiç ayakkabı giymeden dolaştığı için geride bıraktığı izler onu hemen ele vermişti. Aslında yakından tanıyor sayılırdık, bunu neden yaptığını çözmek zordu, kızgınlık duymadan edemedik doğal olarak. Kısa zaman sonra polis yakalayıp getirdi hırsızımızı. Neden çaldığı sorulduğunda başını önüne eğip yanıt vermiyordu. Komiserin dediğine göre itiraf etmesi birkaç dakikalık işti.

İlerleyen birkaç dakika içinde, orada bulunan herkesi şaşırtan bir olay oldu: Annem hırsızdan şikâyetçi olmadığını, çocuğu serbest bırakmalarını söyledi. Polislerle birlikte hepimiz şaşırmıştık. Nedenini soran polise, küçükken Jean Valjean’ın hikâyesinden çok etkilendiğini, bir gün büyüdüğünde benzer bir durumla karşılaşırsa romandaki kahramanca davranışı yapmayı düşündüğünü açıkladı.

Victor Hugo’nun “Sefiller” romanının kahramanı Jean Valjean o gün oradakilere yabancı bir isimdi ama sanırım davranışın ardında yatan nedeni herkes anladı. Çalınan saat hiçbir zaman bulunamadı fakat annem yıllar sonra nikâh şahidi olacak kadar yakından tanıyordu artık hırsızını.

Roman Ne Öğretir?
İnsanlar okudukları romanlardan iyi ahlaklı olmayı öğrenirler mi? Edebiyat birçok şey öğretmek için iyi bir araç olarak düşünülür. Bilim, felsefe ve tarih konularını işleyen romanlar özellikle bir şey öğretmekte başarılı sayılırlar. Ders kitabında çocuğun ilgisini çekmeyen tarih, bir kurgu içinde verildiğinde pekâlâ zevkle öğrenilen bir konu haline gelebilir.
Çocuklara masal anlatanlar bilirler, biraz durakladığınızda çocuk hemen sorar “Ee, sonra ne olmuş?” diye. Anlatı zincirinin okuyucu üzerinde hipnotize eden bir etkisi vardır. Yazarlar okurun bu zaafını bazen sonuna dek kullanırlar, adeta uyuşturulmuş gibi bir sonraki sayfayı çevirmemizi sağlarlar.

Masallar, öyküler ve romanlar bir anlatı zinciri üzerine kurulduklarında okur mantıklı bir sona ulaşana dek öykünün içinde kalır. Öykünün içinde sürüklenmenin tek açıklaması basit insani merak değildir, daha derinde öykülerin tamamlanmasını isteyen, bütünlük arayan çocuk zihinlerimizin gereksinimidir anlatı zincirleri. Zincir oluştuktan sonra öykünün tümü daha kolay anlaşılır olduğu gibi daha sonra detayların hatırlanmasını da yine bu zincir sağlar. Olaylar birbirlerine bağlayarak ilerlediğinde, okur kurgunun akışına kapılmıştır. Sonuçta klasik roman okur tarafından bir bütün olarak algılanan bir sanat yapıtıdır.

Anlatı zinciri ve bütünlük duygusu bir romanı eğitici bir araç haline getirebilir. Örneğin Jül Sezar ya da Kleopatra hakkında bugün bildiğimiz çoğu gerçek (ne zaman ve nerede yaşadıkları, nasıl öldükleri) tarih kitaplarından çok tiyatro, roman ve sinemanın bize onlar hakkında öğrettikleri tarafından şekillenmiştir. Bu tarihçileri ne denli kızdırsa da, geniş kitleler için gerçekler kurgunun gölgesinde kalmaya mahkûmdur.

Romanın eğitici olabileceğini kabul etmek hiç zor olmasa da, bir romanın eğitici olduğu için ahlak dersleri barındırabileceğini söylemek hayli zordur. Birçok yazarın okurlarını “geliştirmek” gibi bir niyetleri olduğunu söylediklerini duymuşuzdur, burada sadece onların estetik zevklerini daha iyiye götürmekten söz etmez yazarlar, sanki bir de daha iyi insan olmaları için bir çaba hissedilir.
Günümüzün önemli edebiyat tarihçilerinden Susan Suleiman Authoritarian Fictions (“Yetkin Kurgu”) adlı kitabında kurgunun içine yerleştirilmiş didaktik nabzın nasıl attığını anlatır. Küçük yaşlarda dinlenilen fabl ve masallar örneğinden başlayarak okura aşılanan doğrularla yanlışların onu nasıl taraf tutma zorunda bıraktığını örneklerle gösterir. Gerçekten de çocuklara anlatılan hikâyelerin sonunda her zaman bir ahlak dersi yer alır. Bu ahlak dersleri kuşkusuz o hikâyeyi duyan her çocukta olumlu iz bırakmaz ama belli doğruların sürekli olarak masallarda tekrarlanması mutlaka bazı fikirlerin yerleşmesini sağlar.

Suleiman’ın ahlak otoritesi olarak gördüğü romanlara, Catherine Elgin “Understanding: Art and Science” adlı makalesinde farklı bir gözle bakmayı öneriyor. Romanlar kuşkusuz ruh hallerini eğretileme olarak anlamamızı sağlarlar fakat roman içinde anladığımız bir şeyi nasıl roman dışına taşırız ya da diyelim ki taşıdık, epistemik anlamda aynı türde bir bilgi olduğundan nasıl emin oluruz? Elgin’in sorunu epistemolojinin sorunu olarak ele alması çok anlamlı, bir romanın iç dünyasındaki metaforları çözmek ve bundan ruhsal ve zihinsel bir tatmin duymak, dünya hakkında gerçek bir bilgi edinmek ile aynı tür olarak sınıflandırılamaz.

Ayrıca diyelim Shakespeare’in bir oyununu içerdiği ahlak dersleri açısından ele alalım: dostlara sırt dönmenin doğru olmadığını, sevdiklerinize güvenmenin bazen bizi üzüntüye sürükleyeceğini burada gördük diyelim, bundan çıkartacağımız ders aşırı genelleme olmazlar mı? Bunlar zaten bildiğimiz ve pek de öğrenmemiz gerekmeyen bilgilerdir. Sanatsal özünü bir kenara bıraktığımızda birçok başyapıt anlamsız genellemelere indirgenebilir.

Romanların içindeki didaktik ahlakı kabul ettiğimizde bile doğru eserin, doğru yol göstereceği gibi bir çıkarım yapmak çok saçma olur. “Roman oku ve iyi bir insan ol” tutmayacak bir formül olduğu gibi, anlamsızdır da. Ayrıca çok kitap okuyan insanlar hakkında yerleşmiş önyargılar (kültürlü, dolayısıyla iyi insan) olsa da, roman okumayanlardan daha iyi insan olduklarını söylemek tamamen yanlış bir mantığa dayanır.

Bunları söyledikten sonra yazının başında anlattığım olaya tekrar dönersek, “Sefiller”i okumak kuşkusuz bir insanı iyi yapmaz ama belli bir durumla karşılaştığında doğru olanı yapması için insana cesaret verebilir. Kişinin romandan (hatta sanattan) ahlaklı olmayı öğrendiğini söylemek abartılı gelse de, bazı davranışların olumlu yönde sanattan etkilendiğini ret etmek çok zor.
Doğru Davranma
Peki, nedir “Doğru Davranış” dediğimiz şey? Her toplumda kalıplaşmış gelenekler vardır, bunların doğruluklarının düşünülmeden ve tartışılmadan kabul edildiğini görürüz. Toplumsal yaşamı, katılaşan ahlakı, değişmez görünen gelenekleri değiştiren düşünür ve bilim adamlarının hemen yanında sanatçılar vardır. Bu sınırların esnetilmesine ben “ihlal etme” deyimini kullanmak istiyorum.

Şimdi küçük bir çocuk düşünün, ona bir odaya girmesi yasaklanmış, kuşkusuz o odaya girmek için karşı durulmaz bir istek duyacaktır. Yasaklanan ya da sınır konulan şeylerin insanda merak uyandırması kaçınılmazdır. İhlal etmeyi ben üçe ayırıyorum:

1.Kişisel ihlal: kişinin korktuğu ve utandığı şeyleri yıkması bir çeşit ihlal olarak görülebilir. (Yasal ihlal konusunu tamamen konu dışında bırakıyorum burada, ihlalden söz ederken sadece ve sadece tabulaşmış geleneksel ahlak yasakları bağlamında ele alıyorum.) Birey açısından bakıldığında ihlal tabu ile bağlantılıdır. Bir kişinin kendisine yasaklanmış şeylerle yüzleşmesi kolay değildir. Dayatılan yasakların ötesinde kendini tanıma ve kendi doğal sınırlarını keşfetme insana kuşkusuz bütünlük duygusu verir. Kişisel ihlale örnek olarak toplumun kabul etmediği cinsel tercihler gösterilebilir. Aslında çoğu toplumda kadının dekolte girmesi bile bir çeşit ihlal olarak görülebilir.
2. Toplumsal ihlal: her türlü haksızlığa karşı başkaldırı burada ihlal olarak düşünülebilir. Buna örnek olarak köleliğe ya da ırkçılığa karşı direnen gruplar gösterilebilir. Buradaki ihlal, gücünü yasaların üzerindeki adalet duygusundan alır.
3. Keşfetmenin ihlali: bilim adamları böylesi bir ihlal etme duygusu ile yola çıkarlar. Evren hakkında bilinenlerle yetinmeyip bilginin sınırlarını zorlamak bilimdin doğasındadır. Bugün farmakoloji dalında araştırma yapan bir bilim adamı Aids hakkında bildiğimizden daha fazla bir şey öğrenemeyeceğimizi ve dolayısıyla hiçbir zaman bir tedavi yöntemi geliştiremeyeceğimizi düşünüyor olamaz. Bu yaptığı işin doğasına aykırıdır. Benzer biçimde sanatçı da sürekli gelişim içinde bir dünyada yaşar. Keşfetme, daha doğrusu değiştirme isteği ile üretir.
Her sanatçının dünyayı değiştirmek gibi bir kaygısı yoktur ama mutlaka yazdıklarıyla bir şeyler değiştireceğini umar. En başta değiştirmeyi umduğu kişi okuyucusudur. Farklı bir ruh hali yaratmak isteği olmayan bir yazar düşünmek zor.

Sanatı sürekli normları kıran, ihlal eden olarak görmek fikri bana her zaman hoş gelmiştir. İnsanlık düşünce tarihini etkilemiş tüm sanatçıların bir bakıma önlerine konulanlarla yetinmediği görülür. Yeni formlar, yeni ifade biçimleri hep önceki sınırların ötesine geçmesini sağlar sanatçının.

Yazarın ihlali konusu üzerinde John Keats’in bir sözü ile karşılaştığımda düşünmeye başladım. Ünlü şair yazarlar konusunda dostuna yazdığı bir mektupta (1817) “olumsuz yetenek” (negative capability) diye bir şeyden söz ediyor. Bunu şöyle tanımlıyor: “yazarın belirsizlikleri, gizemleri ve şüpheleri kabul etmesi. “ Keats’a göre akıl ve gerçekler peşinde gitme yanılgısına düşmüyor bu durumda yazar aksine belirsizlikleri olgu olarak kabul ediyor. Bu durumda yazar entelektüel ve felsefi didaktik ağın içine düşmekten kurtuluyor ve olumsuz yeteneği onu böylece nesnel yapıyor.

Keats’in bu sözleri edebiyat ve ahlak konusu ışığında başka anlamlar kazanmaya başladı. Yazar dünyaya nesnel ve hoşgörülü bakabilmeyi bir eksikliği sayesinde yapabiliyor, dünyanın gizemlerini çözme yeteneğine sahip olmadığı için bir kabullenme içine giriyor. Bu da onu yargısız hale getiriyor.

Keats’in sözleri yazarın bakış açısı hakkında söylenmiş en güzel düşüncelerin başında gelir. Yazarın olumsuz niteliği nasıl onu daha iyi yazar yapabiliyorsa, aynı şeyi okur için de söylemek mümkün. Okur, romandaki belirsizlikler, gizemler hakkında şüphe duyduğunda ve anlatılanlardan bir ders çıkarmaya çalıştığında esere haksızlık ediyordur. Sonuçta iyi edebiyat doğruları öğretmekten çok yanlışları anlamayı öğretir. İyi roman didaktik tonda eğitim vermez ama okumak mutlaka bir gelişme yaratır. Bu bazen doğru davranış olabileceği gibi bazen de yazarla birlikte sınırların ötesine geçmeyi sağlar.

2 yorum:

cüneyt uzunlar dedi ki...

Yazarın ufak da olsa bir şeyi değiştireceğine dair inancı olumlu anlamda muktedir hissetme arzusuna bağlı olsa gerek...

Okuyarak bir şeyler kazanacağına inanma ise değişime açık olma/değişme arzusu olarak anlaşılabilir...

Okurun usturuplu yollarla önceden buna koşullanması da kabul edilebilir...

Zira verdiğiniz örnek gösteriyor ki bir edebi metin okurda bir davranış kurmuş yahut davranışı desteklemiş...

Aynı şey benim için de birkaç kez geçerli oldu...

Elinize sağlık...

Yazınız pek leziz olmuş...

Adsız dedi ki...

Yine ici bos, genel gecer deginmelerle birden fazla kisiye kısa ve kapsayıcı olmayan referanslar vererek yazida dolgunluk/doyuruculuk yaratma cabasinda olan ama sonucta ozgun birsey soylemeyen bir yazi..