16 Mart 2010

Ian McEwan "Beton Bahçe"


ÇAVDAR TARLASINDAN BETON BAHÇEYE

Geçtiğimiz hafta Ian McEwan’ın dilimize yeni çevrilen “Beton Bahçe”sini okumaya başladığımda, J. D. Salinger’in “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı (çev.: Coşkun Yerli, YKY, 2007) düşünmeden edemedim. İki roman arasında konu benzerliği olduğundan değil, sanırım ikisinde de onbeş yaşında bir çocuğun tanıklığı doğal bir karşılaştırma yapmama neden oldu. Bizim nesil tarafından “Gönülçelen” adıyla bilinen Salinger’in ünlü romanını müthiş bir yeniden okuma isteği uyandı içimde. Kitabı elime aldığım gün, Salinger’in ölüm haberi de geldi. Şöhretten korkmasıyla ünlenmiş, gazetecilerden kaçışı, yıllardır kitap yayımlamayı reddetmesi ve inzivaya çekilmiş mizantrop yaşamıyla çok sayıda yazıya konu olmuştu Salinger. Ölüm haberini aldığımda onu düşünüyor olmam ürperticiydi gerçi ama ergenlik konusunu işleyen romanlarda ondan iz aramak pek ender bir durum da değildi.

Çocukların ben-anlatıcı olarak rol aldıkları romanların ayrı bir tadı vardır. Salinger, yetişkinlerin ikiyüzlü dünyasında yaşamın anlamını bulmaya çalışan çocuktan yola çıkar ve yarattığı klasiğin izleri çok sayıda romanda karşımıza çıkar. Aklına geleni söyleyen anlatıcı aynı zamanda gizemli bir derinliğe de sahiptir. Cinselliğin keşfi yeterince akıl karıştırıcıdır zaten, çevrede konuyu bulandıran yetişkinlerin varlığı anlamayı zorlaştırır; bazen de “Beton Bahçe”de olduğu gibi, yetişkinlerin eksikliği, çocukların tamamen kaybolmalarına neden olur. Salinger’in kahramanı Holden Caulfield, erken yaşta dünyaya şüpheyle yaklaşmaya zorlanmıştır; ergenlik romanlarında güven ve şüphe çok önemli bir denge oluşturur. Henüz kendi değer ve inançlarını sağlamlaştıramadığı için bu yaşlar kötülüklere de açık yıllardır.

ÖNCE ÇEVRE DEĞİŞİR

“Beton Bahçe,” eski evlerin yıkılıp gökdelenlere yer açtığı bir mahallede, eski ve büyük bir evde yaşayan dört çocuklu bir aileyi anlatıyor. Babanın merakı, bahçeyi çamurdan kurtamak adına her yeri betona çevirmek. Kilolarca çimentoyu büyük oğlu Jack ile birlikte beton bahçeye dönüştürmeyi planlıyor. Ancak planlarını tamamlamadan, betonun üzerinde bir kalp yetmezliğinden hayatını kaybediyor. Babanın ani ölümü ardından, önce depresyona girdiği sanılan, hiç yataktan çıkmayan annenin ise, kanser olduğu anlaşılıyor ve birkaç ay içinde çocuklar onu da kaybediyorlar. Büyük bir evde, en büyükleri henüz on altı yaşında olan çocuklar, kendi başlarına bir hayat kurmaya başlıyorlar. Bütün bunların, okulların tatile girdiği yaz aylarında olması sayesinde, annelerinin ölümünü uzun süre gizleyebiliyorlar.

Çocuğu masum bir varlık olarak görmek, romantizmin hediyesi bir klişe olarak yerleşmiş hayatlarımıza; Jean-Jacques Rousseau da “Emile” adlı eserinde çocukları masum varlıklar olarak tanımlamış. Masum görülmelerinin bir nedeni cinselliğin devreye girmediği düşünüldüğü için olsa gerek, fakat günümüz edebiyatı ergenlik çağını cinsellik dolu temalarla ele aldığından, artık masumiyetin pek geçerli olmadığını söylemek yanlış olmaz. Ian McEwan da cinsellik keşfinde en hoyrat, en kaba ama tabii bunları anlattığı için de en içten halinde anlatıyor çocukluğu. Romanın giriş cümlesi “Babamı ben öldürmedim, ama işini kolaylaştırdığımı hissettim zaman zaman” Jack’ın hiç de masum olmayan ifadesiyle okuru ilk satırda tanıştırıyor.

“Çavdar Tarlasında Çocuklar” ile benzetme yaparak başladık ama iki roman arasında farklılıklar da önemli. İlk başta Salinger’in argo, alaycı dili McEwan’da yok. “Çavdar Tarlası” “Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede olduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum... Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum” sözleriyle başlar. Daha ilk cümlelerindeki “zımbırtı” “zırvalık” gibi hem çocuksu hem de alaycı anlatı yerine McEwan çok yetişkin ve mesafeli bir dil kullanıyor. Yine de iki anlatıda ergenliğe özgü hava atma hissediyoruz. Bir çeşit “ergenlik kabadayıcılığı” denilir mi bilmiyorum ama olayları önemsizmiş gibi anlatma çabası hissediliyor “Beton Bahçe”nin kahramanı Jack’te; bir yandan aldırmaz durmaya çalışırken içini nelerin kemirdiğini de yazar çok güzel hissettiriyor. Jack, özellikle çok duyarlı olduğu anne ve babasının ölümleri söz konusu olduğunda bu aldırmaz havayı takınıyor: “... sarımsı elleri ve yüzü olan, çelimsiz, sinirli ve takıntılı bir adamdı babamız. Burada onun küçük ölüm hikayesinden söz etmemin nedeni sadece, kız kardeşlerimle benim nasıl bu kadar çok çimentomuz olduğunu anlatmak.” “Küçük ölüm hikayesi” sözleri bu bezgin tonu anlamamızı sağlıyor. Annesinin hastalığından da aynı umarsız tonda söz ediyor. Yatağın içinde gittikçe daha yorgun ve hareketsiz kalan annenin hastalık detaylarını da anlatmıyor. Evin dört çocuğu yavaş yavaş ilerleyen hastalığa, aynı hastalığın ritminde uyum sağlıyorlar. Annenin varlığı yine aynı yavaşlıkla evin içinde silikleşip yok oluyor.

ÇOCUKLAR ve ENSEST

“Beton Bahçe” ilk kez 1978 yılında yayımlanmış ve konusuyla büyük tartışmalara neden olmuş bir roman. McEwan’ın ilk eserlerinden biri olduğu için, belki de tartışmalar yazarın ilgi çekmesine ve tanınmasına yarıyor. Daha sonraki yıllarda yazdığı “Kefaret” de hiç masum olmayan bir çocuğun ağzından aktarılmış bir öyküdür ama daha tanıdık suçluluk alanlarında gezinir. “Beton Bahçe”nin temaları ise uçlarda geziniyor, çocukların “masum” başlayan oyunları, ortada otorite olmadığında hızla uçlara kayıyor.

McEwan günümüz yazarları arasında, klasik kurgu yapısını en başarılı kullananların başında gelir. Bu romanında bir yandan duyguların romanın iskeletini oluşturmasına izin verip diğer yandan tüm karakterleri kurgunun önemli taşıyıcıları kılarak çok klasik bir yapı kuruyor. Ailenin büyük çocukları Julie ve Jack’ın küçük kardeşleriyle ilişkilerindeki simetri romana ayrı bir denge veriyor. Çocukların her birinde ölüm farklı etki yaratıyor. Bu duyguları McEwan ustalıkla hissetiriyor. Yabana atılmayacak bir özgürlük duygusu da geliyor anne ve babanın ölümleri ardından fakat özellikle ailenin küçüklerinde derin bir boşluk duygusu da hissettiriyor kendini. Çocukların üzerinde hiçbir baskı ya da otorite unsuru olmadığı bir ortamda, William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” benzeri bir anarşi dönemi başlıyor. Aslında belki her çocuğun rüyası, mutlak özgürlük, Julie ve Jack’e veriliyor. Çok kısa zaman içinde özgürlük yeni anlamlar kazanıyor, en başta kaos ve çürüme.

Ian McEwan’ın romanlarının en belirgin özelliği, kurguyu her bölümde yeni bir dönemece sokmasıdır. “Beton Bahçe”nin her bölümü yüksek bir gerilimle biter. Bazı romanlar bir büyük doruk çevresinde gelişirler, McEwan’ın romanları, bir çok doruk çevresinde, giderek yükselen bir tempoda gelişir. Bu romanı da bunun iyi örneklerinden biri. Her bölüm bir sonrasına bir sürü soruyla gidiyor ve bilinmezlere yol açıyor. McEwan günlük hayatın detaylarını görsel imgeler yaratarak vermesiyle tanınır. Gerçekten de belli bir sıradanlık havasıyla anlatması metinlerini çok benzersiz kılıyor, özellikle bu romandaki en sapkın cinselliği bile aynı tonlamayla anlatması, esere hem gizem hem de derinlik kazandırıyor. Romandaki simgeler de çok can alıcı, en başta çimento, çok farklı şekillerde romanın motifleri arasında yer alıyor. Nefes aldırmayan, kıskaçları olan, çok güçlü bir roman. “Beton Bahçe” gibi romanlar sık yayımlanmazlar, okuyucuları da kısıtlıdır; fakat okuru derinden etkileyen ender eserlerdir bunlar.

BETON BAHÇE / Ian McEwan / Çeviren: Figen Bingül / Sel Yayıncılık, 2010

(Bu yazı Radikal Kitap ekinde 19 Şubat 2010 tarihinde yayımlanmıştır.)


Hiç yorum yok: