Son günlerde çok sayıda romanın üçüncü sayfa haberlerinden beslediğini görmeye başladık. Sıradan insanların trajedisi hep ilgi çekici olmuştur, özellikle seks ve cinayet üçüncü sayfaları daha çekici kılar. Bir üçüncü sayfa haberinden etkilenerek yazılmış roman da Perihan Mağden’den geldi bu hafta. Yıllar öncesinden okuyup etkilendiği trajediyi aradan geçen on sekiz yıla rağmen unutmamış ve iki genç adamın acı dolu öyküsünü romanlaştırmış.
“Ali ile Ramazan”ın öyküsü sondan başlayarak anlatılıyor: üç kişinin ölümünü manşet yapmış 18 Aralık 1992 tarihli gazete haberi, aynı zamanda romanın ilk bölümü. Hemen ardından 1970’lerin başlarında doğan, bir cami avlusuna Ramazan arifesinde bırakıldığı için Ramazan adıyla yetimhaneye yollanan bir bebeği anlatıyor. Ramazan’ın hayatı, güzel bir bebek (ve sonra çocuk) olması dolayısıyla kolay geçiyor fakat bir yandan da güzelliği laneti oluyor. Dokuz yaşına kadar nispeten iyi geçen yetimhane hayatı, müdürle birlikte başka bir yetimhaneye taşınması ile kabusa dönüşüyor. Neyse ki on iki yaşındayken yetimhaneye Ali adlı yeni bir çocuğun gelmesiyle hayatı yeniden değişiyor. Tanıştıkları ilk andan itibaren iki çocuk birbirlerine sığınıyorlar. Ali’nin aile trajedisi ya da Ramazan’ın nasıl bir geçmişi olabileceği silik bir fonda anlatılıyor. Hayatları sanki birbirlerini bulunca başlıyor. İşkence, tecavüz ve ağır şartlarda çalıştırılmayı hayatın parçası olarak tanıyan çocuklar, yetişkinlerin güvensiz dünyasında kimseye güvenmeyeceklerini erken yaşta öğreniyorlar.
ÇAĞDAŞ GOTHİK
20. yüzyıl ortalarına dek gelen, ışık almayan şatolarda kilitlenmiş kapılar ardında yatan gizemli öyküler günümüzde farklı mekanlarda varlığını sürdürüyor. Çağdaş gotik olarak adlandırabileceğimiz bu yeni tür, mekan olarak yetimhanelerin, karanlık arka sokakların, ıslah evlerinin, yatakhanelerin soğuk ve pis ortamlarını kullanırken, korunmasız küçük çocukları da öykülerin öznesi yapıyor. Son yıllarda özellikle çocukların cinsel istismara uğradığı ve işkence gördüğü çok sayıda roman yazıldı. Perihan Mağden tinerci çocuk fahişeler kaynayan İstanbul sokaklarını katıyor gotik mekanlara.
Ali ile Ramazan kendi çukurlarında batmaya başlıyorlar. Ramazan ona küçük yaşlarından beri hastalıklı bir tutkuyla bağlı olan ve yıllarca ona tecavüz eden müdürden on üç yaşında kurtuluyor. Yeni müdürün döneminin aslında onların hayatlarındaki en rahat dönem olduğunu sonradan özlemle hatırlıyorlar fakat o yılları rahat geçirmiyorlar. Ramazan yetimhaneden kaçarak Aksaray’da birahanelerde, Sultanahmet civarında kendini satmaya başlıyor. Geceleri yetimhaneye dönme saati geciktikçe Ali korkulara ve endişeye kapılıp tinere başlıyor. Bu kısırdöngüden kurtulmaları olanaksız görünüyor. Ali tiner ve hap kullandıkça Ramazan daha çok sokağa işe gidiyor, o gittikçe de Ali daha çok uyuşturucu kullanmaya başlıyor. Sorunun ne olduğunu Ramazan anlıyor fakat bu döngüyü tersine çevirecek isteme sahip değil ikisi de. Hep bir önceki dönemin rahatlığından söz ediyorlar ama hep daha kötüye gitmekten kurtulamıyorlar. Askerden döndüklerinde de daha önce çalıştıkları atölyenin kapanmış olması, yetimhanenin binasının yıkılmış yeni bir bina yapımına başlanmış olması ama hepsinden önemlisi, on sekiz yaşında oldukları için artık yetimhanede kalamayacakları gerçeğiyle yüzleşiyorlar. Bundan sonrasında işsizlik, uyuşturucu ve fahişelikten başka yol görünmüyor önlerinde.
Roman boyunca Ramazan ile Ali’nin aşklarının temiz, dünyanın ise çok kirli olduğu anlatılıyor. Ramazan çok sık Ali’nin aşkıyla temizlendiğini dile getiriyor. Birbirlerini buldukları andan itibaren aşkları her ikisi için temiz kalıyor. Ramazan’a göre para karşılığında yaptığı fahişelik kirletici ama en çok kirlendiğini, garip bir biçimde, para almadığı iki kez hissediyor. Yaptığı işi, para karşılığı verilen bir hizmet olarak gördüğünde daha az kirlenmiş hissediyor kendini. Ama adamlar onu karılarının ve çocuklarının yaşadığı eve götürmeye kalktıklarında ya da ondan sevgili olmasını istediklerinde ya da onu sevdiklerinde, içi nefret doluyor. Ramazan’ın kendince geliştirdiği bu ahlak sayesinde ruh sağlığını dengede tutabiliyor. Ali’nin sevgisini onu temizlediği düşüncesine muhtaç. Romanda çok defalar “İbne değil onlar. Ne biçim aşıklar” sözleri yineleniyor.
Bu sözler bizi romanla ilgili başka bir noktaya getiriyor. Perihan Mağden sanki okurun tabularını kırmak için bu sözleri çok tekrarlıyor: “İkisi de erkek; tamam. Ama aşıksan ne yazar? Kime ne yazar?” Bir başka sefer Ali “İbne miyiz biz? İbne mi oldum artık ben?” diye sorduğunda Ramazan “Şşşt, kullanma o kelimeyi. İbne mibne diiliz oğlum. Sevgiliyiz biz. Tamam mı; aşık olduk işte” diye açıklıyor. Mağden, Ali ile Ramazan aşkının temizliğini kanıtlamak için çok çaba harcıyor. Küçük bir kız ile erkek çocuğu arasında güçlü bir aşk olsa yazar kuşkusuz bu çabaya gerek duymazdı. Romanın ilk satırlarından başlayarak yazar okuru kendi yanına çekmeye gayret ediyor. “Ramazan Ali’ye iyi geliyor. Başına gelenin adını bilmiyor. Aşka düşüyor. Tepetaklak düşüyor Ali. Ne kadar düşülebilirse; o kadar.” Bu satırlarda birbirlerine ne kadar muhtaç oldukları ve ne denli iyi geldikleri söyleniyor fakat birbirlerinin çöküşlerinin nedeni oldukları söylenmiyor. Birbirlerini dipsiz karanlıklara ittiklerini, aşklarının özellikle Ali için ne denli yıkıcı olduğu, sonlarını hazırladığı görmezden geliniyor. Perihan Mağden bu romanla özellikle okurun zihnindeki önyargıları yıkmaya niyetlendiği için olaylara mesafesiz bakıyor.
Roman baştan sona Ali ile Ramazan etrafında gelişiyor fakat yan karakterler de çok önemli, özellikle romanın kurgusunu anlamak açısından yan karakterlerin anlaşılması gerekiyor. Romanın en zayıf yanı bu yan karakterler çünkü yazar gerektiğinde bir karakter çıkarıp sonra gerekmediğinde bir cümleyle “bir daha görmediler” ya da “bu son konuşmalarıydı” gibi kestirip atıyor. Romanın önemli karakterlerinden biri olmasına rağmen Müdür bir figürandan öte gitmiyor. Ramazan ve Ali dışında kalan karakterlerin hiç birini tanıyor hissine kapılmıyoruz. Karakterler kısa çözümler için görünüp yok oluyorlar. Bu da kurgunun sağlam bir iskeleti olmadığı hissini veriyor.
Romandaki kadın karakterlerde de gelişmiş bir portre görmüyoruz. Kadınların hepsi Ramazan’dan faydalanmak istiyor – bunu başarıyorlar da. Öğretmeni, psikolog, partide tanıştığı zengin kız, hepsi Ramazan’da tiksinti uyandırıyor “E, mesleğinin de, Ramazanlığının da bi haysiyeti var! Bu kadar zorla ve tiksinerek yapmak istemiyor işini.” Romandaki kadınlar ya “paspas” diye adlandırılan kişiliksiz, güçsüz tiplemeler ya da Ramazan’ı bir şekilde (ağlayarak, bağırarak zor durumda bırakan) ama her seferinde ondan cinsel olarak faydalanan tipler.
Perihan Mağden’in dilinden söz etmeden olmaz. Mağden’in okurlara itici gelecek özensiz dil kullanımı, bu romanda rahatsız etmiyor. Bol küfürlü, argo ve sokak dili karışımı çocuksu bir dil kullanan kahramanlar gibi romanın anlatısı da benzer nitelikler taşıyor. Anlatının tüm romana sindirilmiş olması sanırım bu romanda gerekliydi, bunu eleştirmeyeceğim fakat noktalama işaretlerinin yanlış kullanılmış olması ve öznesiz (ve yüklemsiz) cümleler, anlatıyı kesinlikle zedeliyor. “Müdürün müdavimi, on üç yaşında bir oğlan çocuğunu kapanışa kadar yamacında oturtabilecek kadar hatırlı bir müşterisi olduğu, yetimhanenin tam karşısındaki meyhanedeki o geceleri; son görüşleri oluyor birbirlerini” gibi cümleleri anlamakta zorlanıyor okur. Birkaç kez okumama rağmen ben hala anlayabilmiş değilim. Ayrıca yıllar sonra, tekrar gitmediği söylenen meyhaneye (s. 147) “Müdür’ün meyhanesine götürmesi; onun şarkılarını söylemesi, sevmesi de cabası. Cabası, hakkaten.”
Yine de söylemek gerekir, cesurca yazılmış, kolay okunan bir roman “Ali ile Ramazan.” Mağden’in anlattığı neredeyse yirmi yıl öncesinin İstanbul sokaklarının bugün değişmemiş olduğunu da düşünmeden edemiyor insan. Her yıl, yeni binlerce çocuk için dipsiz bir kuyu olan şehrin karanlık yönüne dikkat çekmesi açısından da önemli.
(Bu yazı Radikal gazetesinin 12 şubat Kitap ekinde yayımlanmıştır.)
1 yorum:
İkisini de okumadım ama William S. Burroughs'un "Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar" kitabına benziyor mu acaba?
Yorum Gönder