22 Mart 2010

Murat Gülsoy "Karanlığın Aynasında"


BU YAZIYI OKUMAYIN

Mümkün olsa, bu satırları okuyan gözler şimdilik yazının geri kalanını okumasın isterdim: hem söz edeceğim kitapla aranıza girmemek hem de tabula rasa halinde okumanın yaratacağı şaşkınlık, etkisini yitirmesin diye. İlkçağlarda tragedya seyircileri görmeye gittikleri eser başlamadan önce kahramanı ve konuyu çok iyi bilirlerdi; zaten oyunun başında kahin, tragedya kahramanının başına gelecekler konusunda uyarırdı seyirciyi. Ezbere bildiği masalı tekrar tekrar anlattıran çocuk gibi, gösteriyi yine de heyecanından birşey kaybetmeden seyrederlerdi. Hala süren bir anlatı geleneği olmasına rağmen bugünün seyircisi artık bilinmezlerle uyarılmayı sever.

Murat Gülsoy “Karanlığın Aynasında” adlı son romanında, tam da bunu yapıyor. İlk satırından başlayarak okuru zevkli bir bilinmezler içine sürüklüyor. Roman Ece adında genç bir kadının panik atak şikayetleriyle bir hastanenin acil servisine gelmesiyle başlıyor. Ece’yi muayene eden doktor Orhan daha hastayı görmeden, bu anın onun hayatını değiştireceğini hissediyor. Hasta ile doktorun karşılaşmaları adeta déja vu havasında gerçekleşiyor. Aynı zamanda anlatıcı da olan doktor Orhan “haz ve korku karışımı bir duygunun mayalanmakta olduğunu hissediyordum” diye açıklıyor duygularını ilk kez bakıştığı Ece’yle karşılaştığında. İkisi de aşık olmaya hazır, hatta karşılaşmadan önce sanki aşık olmaya başlamış gibiler.

Ece zor bir çocukluk geçirmiş tiyatro oyuncusudur. Hiç tanımadığı babası, o daha doğmadan ayrılmıştır annesinden. Ece’nin bütün çocukluğu, yaşlı bir kadının bakımını üstlenen annesiyle birlikte, kendilerine ait olmayan bir evde, bir aileden yoksun bir şekilde geçmiştir. Orhan ise doktor babasının izinden giderek doktor olmuş, kendi deyimiyle “vasat bir hekim olduğunun” farkındadır. Babası ve amcası ani bir trafik kazasında öldükten sonra, yengesinin ve ruhsal sorunları olan kuzeni Sarp’ın sorumluluğu bir bakıma ona kalmıştır. Orhan’a göre, aldığı eğitimle iyi bir doktor olunamaz zaten, vasatlığı buradan kaynaklanır, öte yandan şefkatli biri olduğu için hastalarıyla ilgilidir. Dikkatsiz değildir. Korkular içinde acile gelen Ece’yi de bilgisinden çok şefkatiyle sakinleştirir. Henüz tanışmış olmalarına rağmen “hayatımın her küçük parçasını inanılmaz bir ışıkla aydınlatmaya başlamış olan bu kadın” diye söz eder Ece’den ve birkaç kez “Ece’ye bir şey olmasına izin veremezdim” sözlerini yineler. İlk gördüğü andan itibaren sadece aşık olmamış, aynı zamanda koruma isteğiyle sarılmıştır genç kadına.

“Karanlığın Aynasında” hoş bir aşk romanı formatında başlar fakat bir yandan da, bir şeylerin yanlış gittiğini hissettirir. Olaylar Orhan tarafından birinci tekil şahısta anlatılmasına rağmen, diyaloglarda hiç sesi duyulmaz anlatıcının. Doğrudan soru sorulduğunda “cevap vermedim, sadece yutkundum,” “cevabımı beklemeden viskisinin kalanını da bir dikişte bitirdi,” “tepki vermediğimi görünce...” “her zaman olduğu gibi susmayı tercih ettim,” şeklinde olur. Hiç konuşmaz Orhan. Ama ironik şekilde anlatıcıdır. Sesi duyulmaz ama aslında hep onun sesidir duyulan. Garip bir paradoks yaratır Gülsoy böyle yaparak.

Aslında tam da bu paradokstur romanın merkezinde yatan. Bir aşk romanı olarak başlayan roman, Ece’nin kaybolmasıyla yeni boyut kazanır. Şimdi artık Ece’nin verdiği bilgiler üzerinden Orhan’ın onu yeniden bulması gerekir. Yaşadıklarını anlattığı kuzeni Sarp, görünürdeki tek yardımcısıdır. Şizotipal kişilik tanısı konulan Sarp’ın gerçeklik algılama problemi işleri zorlaştıracağına kolaylaştırır. Sarp kendini bir romanın içinde olarak algılar. Bir roman karakteridir, roman kahramanı olmadığı bilincinde olan bir yan karakter olduğunu söyler. Bu durumda romanın kahramanı olarak Orhan’ın Ece’yi araması gerekir. Fakat nerede arayacaktır, asıl soru budur? Telefon denilen şeyin işe yaramadığı, anlamsız mesajlar verdiği, adreslerin birbirlerine karıştığı, cüzdanların ve kimliklerin aynı kişinin cebinde olması gibi olayları çözmeyi zorlaştıran sorunlar doludur. Ece’yi arayacağı bir tek yer kalmıştır artık, Sarp’ın önerisini gerçekleştirmek en akıllıca fikir olarak görünür: Ece’yi romanın içinde aramaya başlar.

Roman bu noktadan sonra farklı bir gerçeklik boyutunun ironisiyle oynamaya başlar. Zaten okuru buna birkaç sahneyle alıştırmıştır önceden. İlk başta Ece’yi sahnede oynarken izlerken, piyesin gerçekliği ile gerçeklik arasında paralellik kurar. Burada katmanlar halinde gerçeklik yattığını hissettirir. Roman kahramanı Ece, sahnede oynayan Emily adlı karakteri canlandıran Ece’den daha mı az gerçektir? Daha sonra rüyasında gördüğü Ece ise bu iki Ece’den bile daha az gerçektir. Aslında bu Ece’lerin hepsi gerçekliğin farklı kademelerinde varlık bulurlar. Yazar böyle yaparak, bir roman kahramanını “daha az gerçek” ya da “daha çok gerçek” olarak algılamanın saçmalığı içine düşürür okuru. Bu noktada “Gerçek denilen şeyin elle tutulur ve gözle görülür olması gerekliliğinden o gün o dakika kuşkuya düşmüştüm. Beynimizde olup bitenleri bile tam anlamıyla kavrayamıyorduk. Kaldı ki gerçeklik...”

Gerçeklik, Murat Gülsoy’un öykü ve romanlarında en çok didiklediği temaların başında gelir. Bu romanında da “hareketlerimizi yönlendiren bir üstvarlığın varlığı” hem Sarp’ın teşhisini koyan doktor tarafından hem de Sarp tarafından dile getirilir. Doktora göre “eğer dinsel eğilimleri varsa bu Tanrı gibi bir varlığa dönüşüyor; kimilerinde uzaylılar, kimilerinde hayaletler, işte Sarp’ta da bir yazar” şeklinde üstvarlık olarak ortaya çıkıyor. Çünkü insan zihni aralarında bağlantı olmayan işaretleri birbirine bağlamakta çok usta. Sarp içinse, gerçeklik belki de fazla acı olduğu için bir romanın içinde olmak daha güvenli ve huzurlu. Ayrıca Sarp bir roman içinde olduğunu hayal etmeyi hiç bir zaman kendi zihninin yeteneği (ya da eksikliği) olarak görmez. “Bir romanın içinde olduğumu fark etmişsem, bu yazar böyle istediği için gerçekleşmiş demektir. Yani bu bir marifet değil. Peki, ama yazarı bilmenin bir yolu var mı? Yok. Mümkün değil. Romanın dışında nasıl bir dünya olduğunu bilmenin bir yolu yok gibi görünüyor. İçinde bulunduğum romanın dünyasına benzediğini varsayabilirim ama bundan asla emin olamam. Bir sürü roman okudum farklı dünyalarda geçen. İnsanların cinsiyetlerinin zaman içinde tersine döndüğü ya da hasta olanların iyileştirilmesinin korkunç bir suç olduğu ya da makinelerin insanlardan daha akıllı olduğu ya da maymunların hükmettiği ya da sadece geometrik şekillerden oluşan iki boyutlu...“

Kurgu içinde kurgu yer aldığında, en çok yazar merak edilir. Sarp da bunu yapıyor akıl yürütmesinde. Orhan sevgilisini bulmak için romanı yeniden canlandırırken, maketlerle kahramanlara yeniden can veriyor. Aynı şekilde romanın yazarı da, Orhan’a ve diğer roman kahramanlarına can veriyor. Bunlar içiçe geçen kurgular şeklinde gerçekliği sorgular hale getiriyor okuru. Nasıl Sarp’ın hastalıklı zihni olaylar arasında olmayan bağlantıları kuruyorsa, roman okuru da motifler arasında benzerlikler kurmaya başlıyor. Aslında bütün anlatı yazarın serbest çağrışımlarından başka birşey değil. Romanın sonlarına doğru bir bölümde bilinçakışı tekniğiyle Gülsoy tam da anlamamızı istediği şeyleri biçem olarak gösteriyor. Bir tek kişinin değil, topluca bir bilinçakışına sokuyor okuru. Serbest çağrışımların romanın oluşumunda oynadığı rolle, roman içinde aynı teknikle Ece’yi arıyor. Bir sözcükten diğerine, bir imgeden diğerine, tüm romanın yazılışı gözümüzde canlanmaya başlıyor. Gülsoy romanın içindeki gezintiyi, yazarın zihni içindeki bir gezintiye dönüştürüyor ve tabii burada aranan herşeyi bulmak mümkün. Ece’yi de, gizli motifleri de, karanlık aynaları da.

Bu noktada artık düşüncemiz bizi neden yazıldığı sorusuyla karşı karşıya getiriyor. Gerçekten, neden yazar Murat Gülsoy? Neden herhangi bir yazar yazma gereği duyar, bunu sormaya başlıyoruz. Sorunun yanıtı romanın başlarında bile kendini ele veriyor. Orhan nasıl sevdiği kadını kendi gerçeklik düzeyinde aradıysa, ve onu bulmak için romanı yeniden kurguladıysa, ve kurgunun içinde onu kendi içinde bulduysa (ya da onun içine girerek bulduysa) aynen yazar da kendi gerçekliğini bulmak için yazıyor. Yazıyor “çünkü romanı anlamak hayatı anlamaktan çok daha kolay.” Ayrıca “Mademki bu bir roman, sonunda her şey çözülecek. Romanların sonunda her şey çözülür.”

“Karanlığın Aynasında” çok zekice yazılmış, ironik, nefis bir roman. Henüz 2010 yılının sekiz haftası geçti ama kuşkusuz yılın en iyi romanlarından biri olarak anılacaktır.


(Foto by A. Keskin: Murat Gülsoy, Hakan İşcen, Asuman Kafaoğlu-Büke)

-Bu yazı Radikal Kitap ekinde 5 mart 2010 tarihinde yayımlanmıştır.

2 yorum:

Çavlan dedi ki...

Şahane bir inceleme yazısı, tamamına da katılıyorum. Açıkçası ben de blogumda Karanlığın Aynası'yla ilgili bir şeyler yazmak istemiştim, ama bu yazıyı (Radikal Kitap'ta) okuyunca vazgeçmiştim. Aklımdan geçenleri, benim asla ifade edemeyeceğim ustalıkta kağıda dökmüşsünüz çünkü :)

Müge dedi ki...

Merhabalar,

Murat Gülsoy'un her yazdığı tokat gibi çarpmakla kalmayıp, bir insan beyninin/kalbinin/ruhunun nasıl olup da bu kadar analiz-sentez başarısına ulaşabildiğine şaşırtıyor.

Yazınızı kitap ekinde de okumuştum. Blog'unuzu bulmak sevindirdi.
İş arkadaşı sayılırız :) Ben de arada Radikal 2'de yazıyorum.

Sevgiyle...